Tek Başıma Dağa Gitmeyeli Çok Olmuştu

Tek Başıma Dağa Gitmeyeli Çok Olmuştu

Vadiye uzanan burnun ucunda koyun gözleyen çoban gibi çömelip karşımdaki dağa baktım. Vadiden yukarı, oturduğum yere, Sulağankeler’e yürürken bulutların üstünde kalıp görünmeyen dağın üzerinden dağılan bulutları ve açılan vahşi kuzey yüzünü, batı omzunu izledim. Koyunlar durup duruken düşüp düşüp ölüyorlarmış gibi dertli baktım. Bir türkü tutturacaktım, tam olarak türkü bilmiyorum. “Ben manyak mıyım? Neden kendime bunu yapıyorum? Gitmesem mi?” diye düşündüm. Hayatımda hiç duymadığım kadar çok çeşitte kuş cıvıltısı duyuyordum, oturup onları dinlesem.. o da yeterdi, dağ tüm saçmalığıyla orada duruyordu ve gereği yoktu.. O kadar korkarken niye kendime bunu yapayım; bilemeden yapıyordum. Kimse için önemli olmayacak bir tırmanışı, beni zorlayacak ama başkaları tarafından zor veya bir başarı kabul edilmeyecek bir rotada, kimse izlemeden, durup dururken yapmak istiyordum.

direktaş

direktaş, flickrımdan. rotaya en sağdan giriliyo

İstanbul’dan yola çıkarken tek başıma yolculuğu ne kadar sevdiğimi unutturmaya çalışan bir hazırlık günü geçirdim. Herşey ters gitti, benim için asla zevksiz olamaz dediğim yolculuktan bile bezdim. Teslimler bitse de gitsem dediğim dağ, o kadar bekledikten sonra zorunlu hissettiğim için gittiğimi dahi düşündürdü. Üstelik bu sefer 2008’de, ilk kez tek başıma dağa gittiğimde nasıl hissettiğimi hatırlıyordum ve daha rotada değilken o tuhaf korkuyu hissedebiliyordum, ellerim, durdukları yerde  tuttuğum taşlar ufalanıyormuş gibi çekiniyorlardı. O sefer bivaklamayı düşündüğüm Yedigöller Platosuna kendime göre iyi bir hızda giderken Çelikbuyduran’da 3000 metrenin üzerinde her ilk günümde olduğu gibi baş ağrısı, mide bulantısı gibi semptomlar göstermeye başlamıştım. Hızıma güvenip bir uzun mola verdim, duruş o duruş, tek başıma kendimi kalkmak için motive edemedim, yemek için de, su içmek için de, halbuki o gece en önemli şey sıvı almamdı. Çok basit şeyler, çok basit bir kamp yürüyüşünde, irade sorunları haline gelmişlerdi. Geceyi Çelikbuyduran’da geçidin az aşağısındaki suyu olan kamp yerinde bile değil, inatla geçidin çıkmış bulunduğum en üst noktasında, sırtıma batan çarşağın üzerinde eğreti bir şekilde bivaklayarak geçirmiştim. Sabahsa tüm olumsuz koşullara rağmen “Sabahı ettiğime göre herşey güzel!” diye düşünüp gitmek istediğim Direktaş klasik rotasına gitmiştim. Elimi attığım herşey kırılıyor, bastığım yerlerin üzerindeki gevşek taşlar dökülüyordu. Çok erken de girememiştim ve hava ısındıkça kayaya bağlı taşlar gevşiyordu, çürük kaya setlerinden düşen her taşa bakıp onlardan biriyle ben de düşeceğim diye düşünüyordum. Yanımda biri olsa da ip kullanmadığımız bir tırmanışta hiçbir şeyi değiştiremezdi. Düşersem düşerdim. Ama işte, o an düşmekten çok, bunu kimsenin görmemesinden ne çok korktuğumu hatırlıyorum. Yaptığım çoğu şeyi kimse görmesin istiyorum. Kimse görmeden bir şey başarmak, kendi kendime sevdiğim bir şeyi yapmak istiyordum ki oradaydım, ama kimse bilmeden korkmak, hele kimse farketmeden düşmek hiç istemiyordum. Birkaç seti çıktıktan sonra ilk “Neden kendime bunu yapıyorum?” noktasına gelmiştim. Önümde tırmanabileceğim yerler görünüyordu ama o an ilerlemek sadece dönüşü uzatmak gibi göründü gözüme, üstelik yanıma tüm rotayı değil, sadece belki bir kısmını iple inebilecek kadar malzeme almıştım. Çıktığım yerlerden o an ipsiz inebilirdim, bir süre daha bu kadar korkarak devam ettiğimi düşündüm de, herhalde ağlardım. Ağlarsam önümü göremezdim, önümü göremezsem hiç inemezdim, ohoo… Açıkçası tırsıp  dönmüştüm. Bundan sonra iki kere Alplere tek başıma gitmiştim, ama sürekli insanlarla karşılaşılan ve yalnız hissedilmeyen rotalardı. Basit şeyleri bu kadar karmaşıklaştıracak bir yalnızlık daha yaşamamıştım.

Bir yandan da Aladağlar çok güzel bir yer. Hem kendi başına çok güzel, hem de benimle güzel. Çok yabanıl bir bölge. İlk gittiğimde bivaktan bir meteor yağmurunu izlerken hayatımda depremde İstanbul’un elektriğinin kesilmesinden sonra ilk defa yıldızların etrafında Samanyolu’nun aydınlık izini görebileceğim kadar açık bir gökyüzü gördüğüm yer. Silsilenin içlerine gidildiğinde, mesela Sulağankeler’de, etrafta insan yapısı hiçbir şey görünmemecesine yabanıl. Bir yandan da bana yabancı değil. Tatlı bir “Ne güzel işte, doğayı kendim için evcilleştirmek yerine onun içinde iz bırakmadan varolmanın yollarını arıyorum” hissi veriyor. Çoğu insanın hayatı boyunca görmediği ve İstanbul’da doğan birinin içinde durabilmek üzere yetişmediği bir yer, ama pekala benim için artık yabancı değil, etrafımdaki dev kütleler ve tehditkar boşluklarda anılar, rotalar görebiliyorum. Tek gittiğimde yanımdaki tanıdık bölgenin kendisi oluyor.

Bu sefer teslimlerin ardından haftaiçi gittim. Dağda Sarımemetlerdeki turist kamplarından sonra pek kimse olmayacağını düşünüyordum, ama okulu biten tek ben olmadığım için eğitime vb. gelenler olmuş. Salim Abi’nin indiğim traktörüne Hacettepe’den bir grup binerek döndüler, uzaktan Salim Abi’den Bursalı olduklarını öğrendiğim bir ekibi gördüm. Dağları kapatan bulutlu havada, hafif yağışla Sulağankeler kamp yerine yürüdüm. Haziran harika bir zamandı, Kocadölek çimen ve çiçeklerle doluydu, hafif ıslak toprak kokuyordu, tek olduğum için kendi adımlarım ve kuş seslerinden başka bir şey duymuyordum, azıcık durduğumda onlarca değişik kuşun daha önce hiç duymadığım seslerini duyuyordum. Sıyırmalık Vadisine daha önce de gelmiştim, ama hiç bu kadar çok sesi duyup, bu kadar çok böceği görmemiştim. Siyah üzerine turuncu benekleri olan tombul bir tırtılı geçtim, ve ortalıkta dolaşan beyaz kuyruksallayanları izledim. Kaçkarlarda gördüğüm ur kekliğinkine benzer sesler duydum. Hatta bağlanamayan telefon gibi öten kuşun ne olduğunu gerçekten çok merak ediyorum. Durup durup kuşları dinlemekten kendimi alamayarak Sulağankeler’e ulaştığımdaysa keler (içinde kalınabilecek korunaklı, mağara gibi oyuk) kar doluydu, suyun üzerindeyse Kokorot’a gidecek iki kişilik bir yürüyüş ekibi vardı. Başta çadırlarını gördüm ve oraya gitmek yerine onların beni, benim onları göremeyeceğim, vadiye uzanan burnun ucunda arkası kapalı bir sete yerleştim. Su almaya gittiğimde tanıştık, bir daha karşılaşmadık. Yerleştiğim yerden gideceğim dağ görünüyor, etrafımda kuş sesleri kesilmiyor, yerde Aladağlar’da çok bulunmayacağı üzere çimen ve çiçekler güneşte parlıyordu. Hava da açıyordu ve herşey çok keyifliydi, ama işte, burnun üzerine çıkıp dağa bakınca dağ, içime dert oldu.

Akşam  kafamda gitmek istediğim rotanın, Güzeller kuzey karbuz kulvarı ve doğu sırtının tabanına gidip bakmayı, sonra dönüp Sulağankeler’e yakın, kolay ve kısa bir faaliyet olan Lahitkaya klasik rotasını yapmayı kurarak yattım. Elime ufalanabilecek kayalara bulaşmaya gerek yoktu, ne saçmaydı, anlamsızdı.

Gece çok güzeldi, iyice kirlenen ama kaz tüyü olduğu için yıkayamadığım uyku tulumumun kokusuna katlanamadığım için başım bivaktan dışarıda kalacak şekilde yatıyordum ve tam olarak uyuyamadığım için gözlerimi  açıp açıp göğe bakıyordum. Etrafımda böcekler dolaşıyordu, onlar bile rahatsız edici değildi, halbuki kulaklarıma, burnuma girmeleri fikri ne kötü. Gecenin başında gökte hilal, birkaç küçük bulut, şehirde hiç görünmeyen kadar  yıldız ve uzunca süre açık kalan zirveler vardı. Saat 4:00’te çıkmak için hazırlanmaya niyetlendiğim 3:00’teyse gitmek istediğim dağ, Güzeller, görünmüyordu bile. Çok şiddetli rüzgar sesleri geliyordu ve bulutlar o tarafta hızla dönüyor, yüzlere çarpıyorlardı. Bulunduğum yerde sadece hafif rüzgar vardı, ama orası tüm düşmanlığını takınmıştı, olduğum yere gürlemesi ulaşıyordu. Daha alçak ve yakın bir dağ olan Lahitkaya da giderek kapanıyordu, Güzeller içinse dağ bir yana, ona giderken yürümem gereken çanak bile çarpışan gri bulutlarla doluydu. Herşeyin kötü gitmesine biraz sevindim bile. İstediğim şeyi yapmamak için bir sebebim olacaktı, bu koşullarda zaten gidemezdim. Lahitkaya hava çok kötü olmadıkça kapalıyken de yapılabilirdi, yön bulması da çıkışı ve inişi de kolaydı. Canım isterse giderdim, bütün gece pek uyuyamamışken bir mayışıklık çökmüştü, biraz daha uzanıp canım isterse çıkmayı düşündüm. Rahat ve mutluydum.

Yattığım yerden arada dağa bakıyordum. Saat 5:00 gibi hava açılmaya başladı. Tekrar kapar dedim. Kapamadı. Saat 6:00 gibi iyice açıldı. O an tek istediğim kalkıp gitmekti. Öyle yapılmamalı ama, kahvaltı bile yapmadan çıktım ve dağa doğru yürümeye başladım. Bir anda gitmeye karar verince kalkmamla devam etmem bir oldu, eşyalarımı akşam temel zirve yükü, iniş malzemesi ve diğer kamp eşyaları diye ayırmıştım, termosta sıcak suyum da vardı.  İniş malzemesini almadım. Hem ağırdı, hem iple inme ihtiyacı duyacağım bir yere gitmeyeyeydim zaten, madem korkuyordum, rota tabanına kadar gidip bakıp dönüp Lahitkaya yapardım, rotayı görseydim. O kadar zaman düşündüğüm yere bir baksaydım, Lahitkaya’ya biraz geç başlasam da olurdu.

Dağa giden yol bitmek bilmeyen bir çarşak yürüyüşüydü, tatsızdı. Karşımda hava iyice açılıp pırıl pırıl olmasa, dağdan gözlerimi alabilsem, giderek daha farklı açıdan gördüğüm sırtı incelemeyi bırakabilsem sıkılır dönerdim. Bir yandan da almam gereken irtifanın büyük kısmını daha yaklaşımda aldığımı düşündüm. Sırt yatık görünüyordu. Hava güzeldi, yolum da giderek azalıyordu.

Saat 7:30’da Güzeller Kuzey Çanağının yukarısındaydım, rotaya giden karbuz kulvarına ve kramponlarımın tüm dişlerinin gireceği, ama daha fazla batmayacak sert kar dolu çanağa bakıyordum ve artık rotaya girsem mi girmesem mi diye düşünmeyi bırakmıştım. Kar harika görünüyordu ve orada aklımdaki tek şey devam etmenin ne kadar eğlenceli olacağıydı. Çok sevindim ama acele de etmedim. Orada krampon giymek için çantamı indirmişken kahvaltı molamı verdim, az sonra üzerinde olacağımı düşünerek kar yüzeyini izledim. Sonra aheste aheste kulvara doğru ilerledim, 45 derece eğimli karbuz, eğlenceli olacak kadar dik ama zor değil, harika sert kar, harika bir gün.

Kulvarı tamamlayıp bele ulaştığımda dağın diğer tarafındaki daha önce hiç görmediğim C2 tepeyi gördüm. Ne uzak dağ. Kaç kişi gitmiştir acaba? Direktaş gibi düzlükten aniden dikleşerek yükselen bir kütle, ne rotalar çıkar oradan.

Rota tarifine göre en zor kaya etapları belden sonra, omza kadar çıkan kısımdaydı. Bunun için Sulağankeler’e iniş malzemesi taşımıştım ve onları buraya getirmediğim için döneceğimi düşünüyordum. Oraya çıkıncaysa baktım da, serbest çıkıldığı gibi serbest inilmesi de mümkündü önümdeki kayaların. Üstelik bu sefer Direktaş’taki gibi hissetmiyordum. Tuttuğum bir şey kopuyordu, ben de yüklenmeyiveriyordum, onunla beraber aşağı yuvarlanmak aklımda yoktu. Tırmanmak oyun gibiydi, bastığım yerden şüphe duymuyordum, kollarımı, bacaklarımı büküp, çıkıntılara yerleştirip, eğlene eğlene yükseliyordum ve ayaklarım bastığım yerde duruyorlardı. Kaya bandı genişti ve durup durup ne taraftan devam etsem diye bakıyordum, en mantıklı hattı seçemiyordum ve sonra şuradan çıksaydım ya diyordum ama hiçbir yerde düşeceğimi düşünmüyordum. Aşağıdan gelen biri yoktu, basacağım yerde gevşek taşlar çoksa itiveriyordum yahu.. bir ara  kendimi dik, dar ve çürük bir bacaya attım, arkası da dümdüz kulvara iniyordu, buranın dışında tırmanışı zorlaştıracak bir boşluk hissi pek yoktu, sadece üzerinde dolaşılacak kolay kaya yüzeyleri vardı. Omza çıkmanın keyifli olması ve güneşle dağ dert olmaktan çıktı.

Doğu yüzü stabil olmayan kar sahalarıyla örtülüydü. Slab kaya yüzeyi üzerine düzgün tutunmayan, güneş yemiş yüzeyi yumuşamış, altı sert, kayayla arası eriyip açılmış ve boşluklar oluşturmuş, çığ olup indi inecek durumdaki kardan kaçınmak için elimden geldiğince kaya üzerinden giderek ve kar sahalarını en kısa yerlerinden keserek ilerledim. Kardan kayaya geçişler hep sorun oluyor ve tadımı kaçırıyorlardı, aradaki boşuklara girmeden kayaya yerleşebilmek zorcaydı. Rota tarifindeki büyük mağara ağzından neredeyse içeri girecek kadar yanaştım, onun üstünde mağara ağzına benzeyen bir şey daha geçtim.
3000 metrenin üzerinde sadece kar ve kayanın olması gereken bir yerdeydim, ama hala kuş sesleri vardı. Durup durup pırıl pırıl gökyüzüne bakıyor, kuşları dinliyor oyalanıyordum. O arada biraz aşağımdan, oldukça da yakınımdan küçük bir bulut geçti. Benim geldiğim taraftan yükselip beli aşıp diğer tarafa devam etti. Gün boyunca ilk defa dağ ve kendimden başka bir şey düşündüm. Döndüğümde rapora yazarım diye kendi kendime güldüm: “Küçük sevimli bulut bana dağda oyalanmanın iyi bir fikir olmadığını hatırlatmıştı.” Hava her zaman için bozulup tehlikeli bir hal alabilirdi, neyse ki pırıl pırıl havada nereden geldiği belli olmayan küçücük bulut tek başına uzaklaşmıştı.

Hatırlatmaya rağmen aheste devam ediyordum ki küçük bulut kardeşin arkadaşları da geldi. Kısa zamanda etrafımı sardılar ve görüş mesafem çok kısaldı. Neyse ki kapalı bir hava için çok olumlu koşullar vardı, ne yağış, ne de şiddetli rüzgar oldu, sadece ne kada ciddi bir hata yapmakta olduğumu farkettim. Oyalanmanın, dinlenmenin, manzara izlemenin yeri orası değildi, daha zor koşullara da kalabilirdim. Önümü görmeden nereye gitsem diye bayağı bekledim. Havanın açılacağı yoktu, önceden zirve tarafı olduğunu düşündüğüm sırtın devamına dimdik yükseldim, neyse ki biraz karda ilerleyip biraz da yüze göre dik kayada tırmandıktan sonra çok zirve babasının birkaç adım yanına çıktım. Çok değişikti, son dikçe kayanın üzerine kolumu bacağımı attım ve dağın o zamana kadar görmediğim güneybatı yüzü ve zirve babası tam karşıma çıktı, gördüğüm bir şeye yavaş yavaş yaklaşmadım da bir anda sürpriz oldu gibi.

Bu zirveye klasik rotasından kışın da çıkmıştım ama herhalde alçak olduğu için kar altında kalan zirve babasını görememiştim. Genelde zirve defteri aramam zaten, bulsam da bir şey yazmam bazen. Bu sefer zirvede defter değil, bırakılan kağıtlarla dolu içiçe geçmiş birkaç poşet vardı. Yeni görünen kağıtlarda İstanbul Dağcılık vardı, sonra bir kağıtta hiç bilmediğimiz bir dağa çıkarken Ömer Tüzel’in kitabı rehberimiz oldu diyordu. Oturdum kağıtları etrafa yaydım, yıpratmamaya çalışarak okudum. Tipik isim ve tarih yazıları vardı bol bol. Sonra bir kağıt buldum, biri uzun uzun bir yığın insanı listelemiş, şu şöyle bu böyle o öyle yapsın diye.. bir kişi için de “orospuluk yapma seni seviyorum” gibi bir şey yazmış. İmlası bozuk, yazısı kargacık burgacık tırmanışçı arkadaşın kağıdı eğlenceliydi. Benim yanımda kağıt yoktu, kimsenin kağıdının arkasına da bir şey yazmayayım dedim. Pelin diye bir kız otobüs biletini bırakmıştı, hoşuma gitti, hem adı hem tarih vardı işte, direkt “ben çıktım” yazmaktan daha sevimli bir yoldu. Benim biletim de yanımdaydı ama benim fikrim değil diye bırakmadım.

Zirve yazılarıyla oyalanırken dağın güneybatısında hava açtı ve iyice keyiflendim. Kulvarın girişi bile görünüyordu, üstelik zirvenin güneydoğusundaki yeşillik görünüyordu bu sefer, kışın çıktığımızda orası bir bulut deniziyle örtülüydü. Oyuncaklarımı toplayıp poşetlerine ve zirve babasına geri yerleştirdim ve inişe geçtim. Kramponlarımı giye çıkara, kar ve çarşak geçe geçe, kışın cambuz çevrili sadece üst yüzeyi görünen bir etap olan takoz kayanın ne kadar büyük ve geçişinin ne kadar daha rahat olduğuna şaşırarak klasik rota kulvarından çanağa indim. Bitmek bilmeyen Güzeller dönüşü yürüyüşüyle rotaya girerken yürüdüğüm patikanın ortasına bağlandım ve dağın doğudan batıya  sırttan atlamalı geçişini yapıp tabanını da tavaf etmiş oldum. Eşyalarımı bıraktığım Sulağankeler’e dönerken ne kadar yürüyüş yolu olduğuna tekrar tekrar şaştım, ne zorum varmış da yürümüşüm o kadar.. içten içe yetkililere seslendim-Tanrı, ya da kim ilgileniyorsa-, daha alçağa, bir de daha yakına yapsınlar şu dağları!

Sonraki gün bir şeyler daha yapacak zamanım vardı, gereği yoktu. O gün bile saat 2:30’da Sulağankeler’deydim ve saatlerce hiçbir şey yapmadan oturmak hiç sıkıcı olmadı, su almaya gitmeye bile kalkmam birkaç saatimi aldı. Sanırım ben sadece yalnız kalmak, kuş dinlemek, çoraplarımı çıkarıp ayak parmaklarımın arasından kampın karşısındaki Lahitkaya ve Kaldı’yı izlemek, çıplak ayaklarımı çiçeklerin üzerine yatırmak istiyordum. Dağ içimde dertti, beni korkutuyor, huzursuz ediyor, benimle iddialaşıyor, çağırıyor, tehdit ediyordu. Onunla yüzleşmeden ne yıldızların altında uyumak, ne de çiçeklere sürtünen botların içinde nasır tutan ayaklarım kafamı boşaltabiliyordu, bir türlü yalnız geldiğim dağda yalnız kalamıyordum, dağ tanıdıktı ve başımdan gitmiyordu. Görüşeceğimizi görüştük, sonraki sabah hiç kendimi yormaya gerek görmedim.

Son günümde uzun uzun uyku tulumumda gerindim, sonra sabah pikniğimi yaptım, ve yalnızlıktan dağlarla konuşa konuşa, uzun bir yürüyüşle dönmeden görüşüp bir çayını içmek üzere Salim Abi’nin evine gittim.  Yolda herşeye baktım, istediğimi dinledim, dağa daha az, çiçeklere daha çok baktım. Gelirken kuş seslerinin geldikleri yerleri gözlerim dağa kilitlendiği için bulamıyordum, Emli Ormanından geçerken bir ağacın arasında titrer gibi öten, beyaz göğüslü, boz sırtlı küçük bir kuşu buldum. O benim kafam rahat kuşum oldu. Evde sadece yengeyi bulabildim, üç gün tek başıma durduktan sonra uzun uzun lafa tuttum, sonra dönüşte otobüste tanıştığım Yıldız ekibiyle Tuz Gölünden başladım aluminyum folyoda bulgur paketlemeye carcar konuştum. Bir de her dağ yolculuğunda olduğu üzere muavinden dağ soruları geldi, dedi ki:

-Sizi kim yolluyor dağa?

-Kimse yollamıyor, biz kendimiz geliyoruz.

Kimse yollamadığı gibi hiçbir şey çağırmıyor da aslında ama ben gaipten sesler duyar gibiyim. Neyse bir tanesi sustu.


Fotoğraf makinem bozuk olduğu için ancak cep telefonuyla rotayı gösterecek birkaç saçma sapan fotoğraf çekebildim.. fotoğraf çekebilsem ne mutlu olacaktım..