Sırpça, Arnavutça ve Türkçe Prizren

Sırpça, Arnavutça ve Türkçe Prizren

img_7011-Siz Türkler, hm, yani yaşlı olanlarınız için geçerli, tanıdığınız tanımadığınız herkesi evlendirmeye çalışmak gibi bir geleneğiniz mi var?

-Hah, evet ya, ne zaman Prizren’e gitsek yaşlı Türk kadınlar bize tanımadığımız insanlarla evlenmeyi düşünüp düşünmediğimiz soruyorlar! Komşularının kızları, torunları, uzaktan tanıdıkları..

Priştina’da 30 yaşını geçmiş iki bekar Arnavut adamdan bunları dinlerken söylediklerini yadırgamayışımla eğleniyordum. Hamamdan kız beğenmeyi anlatayazdım, ama düşündüm de, Arnavut tanıdıklardan biliyorum, onların da yaşlıları fena değiller hani!

Kosova’da başka bir şehre gideyim diyordum ve bana Prizren’i öneriyorlardı. Priştina’da görülecek bir şey yok diye –halbuki ilgimi çeken bir şeyler vardı, ayrı yazı olur o- beni Makedonya-günlük alışveriş için ülke değiştirmek ufacık parçalara ayrılan Balkanlarda oldukça normal- Üsküp’e götürmüşlerdi. Şimdi de beraber snowboarda

gidelim dediklerinde yanımda uygun giyecek olmadığını söylediğim için bana gezecek şehir seçiyorduk. Pec(İpek) doğaya yakın, tırmanış yapılan bir yer diye ilgimi çekiyordu, ama Prizren, illa ki Prizren’miş. Priştina’da görülecek bir şey yokmuş çünkü tarihi doku namına çok az şey kalmış, ama Prizren öyle miymiş? Tam bir Osmanlı şehri, korunmuş üstelik, savaştan sonra bile camiler, hamamlar, Türk evleri duruyormuş. Bir de herkes Türkçe konuşurmuş orada. Kahvelerde oturan amcalar varmış, bazıları başka dil bilmezmiş, bilenlerin yanlarına oturduğunda kalkamazmışsın, ya seni evlendirilmek üzere yetkili yaşlı bir teyzeye havale eder ya da saatlerce tavla oynarlarmış.

Bu tanıtımın üzerine şehirde görülen ilk şeyin Ankara Belediyesi bankları olması tuz biber oluyor tabii. Kırık Cami diye mihrap ve minareden ibaret bir yapı var, etrafındaki parkta açık havada namaz kılınabiliyormuş, banklar da o parkta. Tabelada oranın bir namazgah olduğu ve Fatih Sultan Mehmet’in 1455’te yaptırdığı yazıyor, Gelibolu Milli Parkında da var cephede namaz kılınabilmesi için yapılmış böyle açık hava alanları. Park düzenlemesini 2008’de Ankara Belediyesi yapmış, restorasyona Gazi Üniversitesi, Türkiye Diyanet İşleri Bakanlığı katılmış.. Restorasyon projelerinde Türk desteğinden yollanan kent mobilyalarına, tüketilen Türk markalarına bir yavru vatan, bir kardeş şehir hissi var. Sokak tabelaları da Sırpça, Arnavutça ve Türkçe. İlk ikisi Kosova’nın resmi dilleri –bağımsızlıklarını Amerikan bayraklarıyla kutlamalarının ardından İngilizce’nin de resmi dil olduğunu söylemişti biri, kandırılmış olabilirim gerçi- Türkçe ise demografik yapısı nedeniyle Prizren için geçerli.

Prizren  biraz Amasya’yı andırıyor sanki, biraz daha az Tokat’ı da.. Şöyle ki içinden bir nehir geçiyor, bir tarafı düz, bir tarafından aniden yükselen bir tepe ve üzerinde kale var. Kaleyle nehrin arasında birkaç sıra çıkmalı beyaz ev kalabilmiş. Bunlar Amasya’daki gibi direkt nehir kıyısında değiller, arada yol kalıyor, şehir de daha bakımsız ve daha az gösterişli, ama birçok Balkan şehri bitmeyen savaş ve tahribatlar içinde dokusunu bu kadar olsun koruyamadığı için çevresine göre ilgi çekici bir yer. Üstelik küçük bir Anadolu şehrine benzeyen bu Kosova’nın 2. büyük şehrinde yapay çiçekten çelenk satan çiçekçiden kayak malzemelerine çeşitli ürünler görülebiliyor, ki küçük Anadolu şehirlerinde doğa sporları pek yaygın olmaz genelde.. Tabii Prizren’in minicik bir ülke olan Kosova’nın dağlarına çok uzak olmaması ve ülkede yapılabilecek şeylerin maksimum değerlendirilmeye çalışılması da bir faktör olsa gerek. Şadırvan diye bir meydan var, etrafı oldukça şık, Avrupai cafelerle dolu. Ben kara kışta, Aralık sonunda gittiğimde şehir kar örtülüydü ve kale tarafından çatılar hoş bir görüntü sağlasa da bir nevi pazar kurulmuş olan ana cadde dışında sokaklar çok canlı değildi, ama iyi havalarda nehir kıyısındaki yürüyüş yolları ve aşağı yukarı tüm nüfusu ağırlayabilecek mekan sayısıyla şehir keyifli yaşayan bir yer olmak için inşaa edilmiş gibiydi.

Şehir Osmanlı’da Kosova bölgesinin başkentiymiş, cami olsun, hamam olsun, köprü olsun yapmışlar. Çok büyük yapılar değiller, ama hoşlar, çevreleriyle ölçek açısından ilişkileri insancıl. Kiliseler de var. Şehrin üzerindeki yamaçlardan kaleye doğru yürüdüm biraz, yol üzerinde biraz yıkılmış bir Hristiyan yapısını gözüme kestirmiştim. O da, diğer çoğu yapı da, ya bakımda,  ya da bakımsız diye etrafları dikenli tellerle çevriliydi ve ziyarete kapalıydı. Yapacak börek yeyip gelirken otobüs camından gördüğüm üzerinde “edep ya hu” yazan yeşil evi aramaktan başka pek bir şey yoktu Aralık itibariyle. Sucuk, güllaç, birçok şey Balkanlarda nasıl yazılır onları gördüm, caminin kubbesinin çiçekli-geometrik bezemeye alışmış Türkler için- sade ama sıradışı desenine baktım. Kosova’nın her tarafında olan “tam bağımsızlık” mücadelesi için yazılmış duvar yazıları –“hiçbir şeyin pazarlığını yapmayacağım” gibi bir şey demek olduğunu söyledikleri “jo negociata vetevendosje!”- ve çeşitli mücadele kuruluşlarının kapılarıyla, Balkanların daha Müslüman görünen şehirlerinden birinde Balkan gezimi sonlandırdım.

Aslında daha dolaşacaktım. İtalya’dan çıkıp, Avrupa Börek Sınırı’nı geçip İstanbul’a karayoluyla giderken çeşitli yerlerde durmak niyetimdi, yolu da burada bitirmeyecektim, ama hem ailem ve arkadaşlarımla birlikte kutlamak istediğim yılbaşına az kalmıştı, hem de bindiğim İstanbul otobüsünün şöför ve muavini inmeme izin vermediler.

Prizren’den İstanbul’a her gün Üsküp ve Sofya üzerinden giden birkaç otobüs kalkıyor.  Cebimde kalan çok az parayla bu otobüslerden birine bilet almaya çalışırken görevli kız öğrenci indirimini şöförle konuşmamı söylemişti. Bileti alınca 6 euro kadar param kalıyordu, Balkanlarda benim yaptığım türden küçük harcamalarda kredi kartı kullanmak çok kolay olmadığı için nakit param bitmek üzereydi. (8 günlük tüm gezi 200 euro civarında bir şeye maloldu, ulaşım dahil, uçakla gitsem de o kadar tutardı İstanbul) Üsküp’te inip kredi kartıyla Selanik’e gidebilmeyi ve orada bir bankamatikten para çekebilmeyi umuyordum, ama şöför Türk ve öğrenci olduğumu, tek başıma dolaştığımı görünce önce yuvama dönmem için ikna çalışmalarına başladı. Tutmadı, Üsküp’ten Selanik’e gidemeyeceğimi söyledi. Hem otobüs hem tren olduğunu biliyorum dedim, durduğumuzda bakarız, gidemeyeceğini göreceksin dedi. Zaten inip para çekmem lazım dedim, 5 euro daha ver seni İstanbul’a bırakalım dedi. Hiç param kalmıyor, yolda acıksam karnımı bile doyuramam dedim, “Biz sana yemek alırız, İstanbul’a götürmek için para istediğimden değil, cebinde para olunca gezmeye çalışıyorsun” dedi sonunda. Üsküp’teki otogarda da gitmeden yok deyin mi demişler nedir, beraber bilet baktık, “en yakın tren 2 gün sonra, bizde de otobüs bileti kalmadı, kredi kartı da kabul etmiyoruz” diye diye yolladılar. Üsküp İstanbul yolunu 5 euroya gittim sonuçta, Selanik ve Sofya’ya da başka zaman gittim.. Yolda da çok kibarlardı, gelip gelip rahat olup olmadığımı kontrol ediyor, böreklerle besliyor ve öyle kız başıma gezmememi, ailemle oturmamı tembihliyorlardı.

Biz Türkler, hm, bulduğumuz sırtlarında çantayla yalnız dolaşan gençleri evlerine ve evcilliğe yönlendirmek gibi bir geleneğimiz mi var?

[embpicasa id=”5688681272186546193″]

Aynı geziden başka yazılar