
Heidi Ülkesinin Yollarında -2- Dağ Başı
İsviçre’de Berner Oberland bölgesini gezmeye çalışışımı bölümlere bölerek yazmaya niyetlenmiştim ya, ilk bölüm otostop girişimleriydi. Tüm seriyi berner oberland 2009 diye etiketliyorum.
Otostop bir yere kadar işe yaradı. Hedef Interlaken, ben erken mevsim ve kar nedeniyle kapalı bir dağ geçidinde, artık bu geçidi aştıktan sonra da kim bilir ne kadar hiç bir aracın yanımdan geçmeyeceğini bilerek yürümeye koyuldum. Hava kapanıyordu, yağacak gibiydi, saat de geç oluyordu. Ülkenin neresinde olduğumu ve Interlaken’in dağların diğer tarafında kaldığından başka nerede olduğunu kestiremiyordum. O an bunlar hiç sorunmuş gibi gelmedi, rahatsız olunabilecek şeyler olduklarını dönünce farkettim. O ansa orada olmak, karşımdaki geçit, yürümek, bilmediğim bir yerde olmak ve hedeflemediğim bu yerin bu kadar güzel olması, herşey beni çok mutlu ediyordu. Bulunduğum yeri, orada olduğum halde, neresi olduğunu bilmeyerek merak ediyordum, ilerleyip farklı açılardan görmek ve aklımda bir yere oturtmak istiyordum.
Üzerinde yürüdüğüm yol derin bir vadinin yanındaki yamaçtaydı. Vadiden ilerideki dağların altındaki çanakta başlayan güçsüz denebilecek bir su akıyordu. Daha alçaklarda ormanlar görünüyordu, bulunduğum yerdeyse zayıf bitkiler vardı, ilerisi kar ve kayaya dönüyordu. Henüz görünmeyen geçide doğru yamaçta yükselen yolun etrafında bir duvar veya çit yoktu ve kar üzerinde yürümemin sakat bile olabileceğini düşünmedim değil, ama gidince karın aslında tamamen iki yana açılıp yığıldığını, geçidin birkaç güne açılmaya hazır olduğunu görecektim. Çubuk şeklindeki bariyelerinse bazıları yerlerine takılmamış, kenarlara yığılmıştı, takılı olanlarınsa bazıları çığ nedeniyle olsa gerek bükülüp yere yatmışlardı.
Akşamüstü ortalık sessizdi ve bulutlar çok yakınımdaydı, önümde sırtları, zirveleri, vadiyi dolaşıyorlardı. Asfaltta olmak dağda olduğum fikrini değiştirmiyordu. Gürültüden, müdaheleden, korunmaktan, görülmekten korunaklılık olarak da adlandırabileceğim bir izolasyon hissi vardı, dağlar ve özellikle oralar için çabalamayanlar tarafından erişilmesi zor yerlerde yaşanabilen türden bir histi. Geçit kapalı olduğu için, kimse buradan geçmeyeceği için, tanıdıklarım burada olduğumu bilmedikleri için, beni rahatlatmak üzere ıslah edilmemiş bir çevrede misafir olduğum fikriyle gidiyordum ve bu üzerinde bulunduğum zemini önemsizleştiriyordu. Orada tek olmak pekala birkaç saatliğine dünyada tek olmaktı, bu da beni bir şekilde endişeden de soyutluyordu.
Yürürken arada ıslık sesleri duyuyordum. Arkalarından taşların yuvarlanma sesleri ve tıkırtılar geliyordu. Anlam veremedim bir süre, tedirgin oldum. Kim var- ne var orada? Sonra önümden koşarak bir karaltı geçti. Koşup indiği yere baktım. Marmotlar! Metabolizma çılgınlığı içinde durmadan koşturan, hızlı marmotlar! Islık sesleri onlarındı, birbirlerine sesleniyorlar ve bunun üzerine hareket eden marmotlar üzerlerinde yürüdükleri taşları yuvarlıyordu! Lanet makinenin azalan pili soğukta çalışmıyordu, elimle ısıtıp arada bir iki kare çekebiliyordum-böyle böyle oldukça fazla fotoğraf çektim üstelik- ama hele de netlememekte inat eden aletle ne yakınlaştırmak ne de hareketli bir şeyi yakalayıp çekecek kadar uzun süre açık tutmak mümkündü. Lanet ede ede devam ettim.
Bir de ceylan geçti önümden. Gözlerimle bir süre takip ettim, dolaştım gittiği yeri çözmeye çalıştım. Sürekli koşturan hayvanlar ve ağır ağır yürüyen ben vardık. Çok güzel bir misafirlikti, araçlar yokken geçidin etrafında güvenle dolaşan hayvanların yanında onlar gibi kendi ayaklarımın üzerindeydim, -Heidi-, birkaç tonluk metal bir zırhta değildim, birkaç milyon insanlık bir toplulukla birlikte bir şehrin, işgalin bir parçası değildim. Suyum bitebiliyordu mesela. Bitmemişti ama az kalmıştı, idare ediyordum. Yolda karşıma çıkan bir pınardan doldurdum, yemeğim çantamdan, suyum her yerden.
Geçidi oluşturan bele doğru yürürken soldaki dağda bir dağ evi gördüm, ah dedim, insanlar asfalt yoldan rotaya giriyorlar.. nereye gidebileceklerine bakmaya başladım, dağ evinden çok aşağıda kalan kar dolu çanak sert karda güzel olurdu. İçbükey uzanıp kayalık bir yüze veya sırta çıkan bu çanakta küçücük kalmış insanlar düşündüm. Cıkcık dedim, dağ evini en güzel yüzün yukarısına yapmışlar yola yakın olsun diye, inerek başlanır güne. Sonra dağ evinin hemen üstünden başlayan sırta gözüm ilişti. Çok dik değildi, çok dar değildi, açık söyleyeyim asıl zirveye* kadar giden belirsiz gelse de bir yükseltiye kadarki kısmını gözüm kesti. O an sırf orada olduğum için karşımda duran bu sırtta olmak istedim, baştan aşağı inceledim, ıslak kaya yüzeyine baktım, nasıl yaklaşabileceğime baktım, yolla arasındaki kar yüzünün erimiş kenarlarında derinliğini gördüm. Daha önce dokunmadığım renkteki bu kayaya dokunmak, etrafı çevrili bu belden çıkıp yüksekten daha uzağa bakmak, bilmediğim başka sırtlar ve beller görmek nasıl cazip geldi anlatamam. Ben yeni şeylere dokunmayı da seviyorum bu arada. Kar olsun, buz olsun, marmot olsun(henüz başaramadım), kaya da olur. Yanımda hiç bir şey yoktu. Taş düşecek yer pek yoktu aslında, sırt öylece açıktaydı, ne bileyim, kasksız, düşmeden, dikkatle.. kazmam kramponum yoktu ama sadece sırta çıkana kadar yatay bir etapta kar vardı ve sert değildi sanki ya.. ocağım, sıcak suyum, üstüm başım, bivağım olmadan buradan çok uzak olmayan o tepeye gitmek.. bilmediğim bir yere, ıslak bir sırta, ihtiyacım olur da ipsiz inemezsem.. geçit kapalı ve dağın bu yüzüne gelmek için kimsenin bir sebebi yok, diğer yüzde ne kadar uzaktalar acaba? Güneş alçalıyordu ve bazen efendi gibi yerinde durmak gerekliydi galiba, bilgi ve ekipman donanımı konusunda dağla pazarlık yapmaya başlamıştım ve kendime güvenip yalnız başıma aylaklık yapacaksam sınırlarımı bilmem gerekiyordu.
O rota için oraya tekrar gitmem, o an orada olduğum ve karşıma çıkmasını hiç beklemezken bana “uygun” göründüğü için güzeldi. Aylak ve yalnızken şehirlerde tanıştığım insanlar gibi o da. Merhaba, tanışabilir miyiz? (slm, asl? II PD-?) Adını bilmiyorum neyse ki, o insanlarınkiler gibi öğrendiğim adını unuturdum da yaptıklarımızı hatırlardım yoksa. Ben dolaşıyorum, sense hep burada duruyorsun, ben seni buldum ve sana hazır olduğumu düşünüyorum. Umrunda olmamak da güzel, sen hep burada duracaksın ve beni beklemiyorsun, ama ben bir şekilde seni buluyorum ve seni değiştirmeye, kirletmeye kalkmadığım sürece benden bir rahatsızlık da duyacağını sanmıyorum. Ben mesela bulunmaktan rahatsız olurum çoğu zaman, dolaşmalardan döndüğümde kendi adıma kurduklarımı değişmeyen koşullarda sürdürmek isterim. Senin öğrenmeye ihtiyacın yoktur sanırım, varlığının amacı ve kaynağı burada durmakken ihtiyacın olan her şeye sahipsin; peki bir şeyler öğretebiliyor musun? Ben öğrenebiliyorum ama anlatmakla ilgili sıkıntılarım var.
Akşam olurken dağ evine gitme fikrini bile kafamdan çıkardım. Hem yaklaşımı, yola yakın olmasına rağmen, güvenli olmayacaktı; hem kapalı gibiydi ve gitsem bile girebileceğim şüpheliydi; hem de her taraf benimdi. Tulumumu serdiğim yerde kalırdım canım. Yalnızca düşen taşlara dikkat etmek gerekiyordu, geçitte kalmamak iyi olabilirdi bu açıdan. Kafamı yukarı çevirdim, çengel boynuzlu keçiler dövüşüyordu. Belgesellerden mi, kitaplardan mı, bir yerden-sanırım şu köprüyü karşılıklı geçemeyen inatçı keçilerin hikayesinin illüstrasyonlarından kafama kazınmış bir sahneydi: iki keçi neredeyse gövdeleri kadar büyük boynuzlarını birbirlerine dayamış itişiyorlardı. Bir kaya kütlesinin üzerindelerdi ve ışık arkalarında kalıyordu, silüetleri gökyüzünün önünde görkemliydi. Etraflarında başka keçiler vardı. Onlar itiştikçe, etraflarındaki keçiler yer değiştirdikçe yola taş düşüyordu. İzlemeye de çalıştım taşlara dikkat etmeye de. Yolun kayalık yamaca uzak tarafına açılıp hızlıca geçtim, arkamda kalan manzaraya baka baka. Kask her koşulda lazım, asfaltta bile olsam.
Geçidin üst kısmında bir kaya formasyonunu uçurmak yerine içine yaptıkları küçük bir tünelden geçtim ve başka iki dağ evinin olduğu bir yere vardım. Yolda bir iki kar küreme aracı gördüm. Kenarda yoldan kürenen karla kürenmeyen yamacı ayıran yerde karın yüksekliği kadar düz kar vardı. Yolda yığılan kısım iki metreden yüksekti. Biri üzerine kalp çizmişti, kar küreyenler herhalde. Kalbin içine erkek arkadaşımla adlarımızın baş harflerini yazdım, önce ve sonra fotoğraflarını çektim. Gidip de kalp çizmek ayrı bir şey, burada zemin hazırdı.
Sıradağların diğer tarafındaydım, buradan aşağıda kalan vadi diğer tarafa göre daha ağaçlıktı, ve yine neyle karşılaşacağımı bilmediğim bir etabı gören bir manzara noktasına ulaşmıştım. Diğer vadinin başında hissettiklerim baştan tekrarlandı, merak, şaşkın bir kaşif gibi hissetme hali.. yeryüzünde orayı bilmeyen tek kişi de olsam orası benim için keşif olurdu sonuçta. Yol dolanarak indikçe hem bu kadar dolanmak yerine doğrudan inmek istiyor ama alttaki zemini taşlık-boşluklu-pınarlarla kesilen karlı yamaçlarda patika göremiyor, hem de yavaş yavaş vadiyi farklı açılardan görmekten zevk alıyordum. Önümde alabildiğinde uzanan vadide bir yerleşim görünmüyordu. Belki ağaçların arkasında kalan köyler vardı. Olmalarını umuyordum, iki günlük yemeğimi taşımam iyi olmuştu, ama o da eninde sonunda bitecekti ve avlanmak hiç ilgimi çekmiyordu.
Dağın diğer yüzünde çarşaklı-karlı bir yamaç ve altında bir göl vardı. Hava daha güzel olsa çok güzel yansıma fotoğrafları çıkardı, hoş, şimdi de fena değildi ama fotoğraf makinesi iyice işe yaramaz olmuştu artık, kapanmadan alelacele bir iki kare.. arada bir minibüs gördüm, dağ evlerinin yakınına kadar çıkıp döndü, hatta tekrar çıkıp döndü, ne yaptığını anlayamadım. İçinde iki genç çocuk vardı, bakıştık ama otostop niyetiyle hiç bir girişimde bulunmadım. Hem gözüm kesmedi, hem insanlarla konuşasım yoktu, hem de durumumdan memnuncaydım, sonuçta o gün İnterlaken’e varmayacaktım ve burada daha fazla zaman geçirebilirdim. Biraz tedirgin de oldum aslında. İsviçre bana güvende hissettiriyordu büyük oranda, insanlar doğaya gidiyorlarsa doğada yalnız başkalarıyla karşılaşabiliyorlardır da, ve bu ülkede tenha yerlerdeki herkes hakkında ilk tahminim baltalı bir katil oldukları olmaz, sadece muhatap olursam rahatsız edici olabileceklerini düşündüm. İnsanlardan da çok araç görmektendi tedirginliğim, o an bana çok büyük ve çok saldırgan geldi-birlikte yaşama fikrini ne çabuk aklımdan çıkarmışım-, o metal şey benden çok daha hızlı, çok daha ağır ve çok daha şiddetliydi. Araç geçmeyeceği fikriyle bu yolda yürümek çok huzurluydu, taş düşüren keçilerden bile korkmuyordum, en azından adil koşullar içindeydik ve içimizde başka canlılara karşı kin yoktu. Garip garip turlar atan genç erkeklerin elinde metal yığınlarıysa dövüşen keçilerle kıyaslanamayacak kadar kavgacıydı.
Dağın iyice altında, eriyen kar sularının taşıdığı toprakla sarı bir bataklık gibi olmuş, çarşakların arasından sızan çamurlu sularla bölünerek hiç inilesi olmayan bir görünüme bürünmüş düzlükte bir çok araç gördüm. Karavanlar, station vagonlar, 15 20 tane.. bazıları önlerine kamp eşyaları atmış, ortalıkta dolaşan birileri.. yerleşimler uzakta gibi ama artık insanlardan çok uzak değilim. Geçit kapalıyken ve orada ne bir teleski ne de düzgün bir yol varken o kadar insanın ne yapıyor olabileceğine anlam veremedim, dağın tam eteğinde, dağcılık kitle sporu değildi ya, ne vardı orada?.. Hava kızıllaşırken arkamda kalan dağa dönüp baktığımda makine çalışmadı ve dayanamayıp hiç sevmediğim bir şey yaparak cep telefonuyla fotoğraf çektim. Orada olmayı kimseye anlatamayacak ama çekmesem çatlayacağım bir fotoğraf. Fotoğraf çeken Japon’luğumu dağ keçileri ve marmotlar bile üzerimden attıramadı, tüm turistliğimle bir yandan batan güneşi bir yandan donan pilleri dert ediyordum.
İlerlerken yanımdan geldiğim yöne, araçların olduğu yere doğru giden bir iki araç daha geçti, gittiğim yöneyse kimse gitmiyordu. Yol kenarında acil durum telefonu gibi cihazlar dikkatimi çekti. Zemine sabitlenmiş, kaba aletler, arada var ve bir istasyon numarasıyla duruyorlar. Ülkede hissetmek için başka bir neden- buradan ulaşılan birinin yanınıza gelmesinin en fazla dakikalar alacağını bilmek. Daha da gidince, havanın iyice kararmasına doğru, bir istasyonla karşılaştım. Arama kurtarma bir şeyler diyordu, işaretler vardı kulübenin üzerinde. Yanında da park etmiş beyaz bir station vagon ve yassı bir kaya tümseği üzerine cafcaflı doğa sporları kıyafetleri giymiş 30-35 yaş civarında iki adam duruyordu. Ateş yakmışlardı, turuncu giymiş esmer olan ayaktaydı, sarışın olan yerde tuluma girmiş yatıyordu, uyanıktı. Kayanın kenarındaki kırıklı bir hattan bir iki adım atıp yanlarına çıktım.
ben-merhaba, İngilizce biliyor musunuz?
esmer_(bıyık altından gülerek, sormama bile biraz şaşırmış gibi-tabii direkt konuşsam anlarlarsa cevabını almış olurum sorunun..) evet?
-haritanız var mı?
_yok
-nerede olduğumuzu biliyor musunuz?!
_(bu sefer açık açık gülerek) sustenpass’tayız
Konudan sapa sapa konuşmaya başladım, bir onlarla ilgili bir şey sordum, kopuk kopuk yorumlar ekledim-azarlar gibi hem de, ama merakımdan-, bir önümdeki yolla ilgili. Garip garip bakıyorlardı, hakettim sanırım.
-ya onu gördüm, yolda tabelalar da var da.. Ülkenin neresindeyiz acaba? İnterlaken ne tarafta?
_(şaşkın, dalga geçer gibi gülümsüyorlar hala) tam nerede kalıyor bilmiyoruz açıkçası, haritamız yok, yakınında değiliz. Oldukça uzaktayız. Nereden geldin?
-Türk’üm ben. Sen İsviçreli değilsin sanırım, o İsviçreliye benziyor da..
Neden insanlara böyle şeyler diyorum ki? İsviçreliler bir türkü nerede görseler tanırlar diye mi acaba?
_yoo İsviçreliyim?
-Esmersin?
_İsviçreliyim. Nasıl geldin buraya?
-ya otostop çekiyordum, geçit kapalıydı, yürüyeyim dedim (suratıma bakıyor garip garip, ne yaptığım belli değil!) burada kamp yapmak yasak değil mi?
_Yoo değil, niye olsun? Türkiye’den otostopla mı geldin?
-yok, Milano’da öğrenciyim, oradan geldim (ne kadar enteresan bir insanım). Yandaki şey arama kurtarma yeri mi? Orada mı çalışıyorsunuz? Niye içeride değilsiniz?
_Orada çalışmıyoruz. Interlaken’de ne yapacaksın?
-Gezmeye gidiyorum, buralarda da gezmiş bulundum. En azından uzaklarında dursaydınız, ateş yakmanıza kızmıyorlar mı? Orman yanarsa?
_sorun değil, kontrol ediyoruz. Onların işi bu değil.
-Türkiye’de olsa devletle ilgisi olan her şeyden çekinirdim de. (peki neden böyle şeyler söylüyorum?) Siz burada ne yapacaksınız?
_(parmağıyla karşıdaki bir tepeyi tarif ediyor) bugün geldik, şimdi dinlenip yarın şu tepenin arkasında bir duvara tırmanmaya gideceğiz.
Tırmanışçı olmaları, ortalıkta bıraktıkları kaskları hemen bir güven hissi oluşturdu. Çok meraklıyım zaten insanların korkulacak varlıklar olmadıklarına inanmaya. Neyse, sorun olmadı.
-Ne güzel. –*mırıldanarak:* Tırmanış, iyiymiş. Ben de istiyorum öyle şeyler.- İsviçre genelinde kamp serbest mi? Her yerde geceleyebilir miyim?
_birinin yeni biçtiği tarlasına falan girmediğin sürece buralarda sorun olmaz.
-ya ben gelirken geçidin altında bir sürü araç gördüm. Ne yapıyor o kadar araç orda?
_(bakışıyorlar, hah diye dönüyor) o dağa yürüyerek çıkıp kayakla inecekler
-hm, ski alpinism
_lift kullanmayacaklar yani!
-anladım, tırmanıp kayakla inecekler
_(çok etkilenmem gereken bir şey söylüyormuş gibi ifademi kontrol ederek tekrarlıyor) Lift yok! Sabah kar sertken ayakkabılarına deriler bağlayıp çıkıyorlar, öğlen de yumuşak kardan kayacaklar!
-anladım
_tek bir kez kaymak için tüm yolu yürüyerek çıkacaklar, eşyalarını da kendileri taşıyacaklar!
-tamam anladım. Türkiye’de çok yaygın değil ama nasıl bir şey olduğunu biliyorum. O kadar çok araç olmasına şaşırdım, 15 20 tane vardı sanırım, bu kadar yaygın bir şey mi bu?
_e oldukça? Sezon sonu bir de, haftasonu, bundan sonra pek mümkün olmayacak. Bu sezon son kez kaymak istiyorlar.
-Nisan’da kar çok değil herhalde evte. İnterlaken’e nasıl gidebilirim peki? Buralarda araç, otobüs geçen köy, kasaba var mıdır?
_(bakışıyorlar, 7, 10 diyorlar) kasabalara uzağız, en yakın köy 10 kilometre ileride. Bu saatten sonra araç bulamazsın ama.
Farkındayım aslında, sadece çevresi orman olan ve hiç aydınlatılmayan bu yerde kalmak istemiyorum, onların oldukları yer haricinde düzlük de yok üstelik, vadiden yükselen bir yamaçta yola ancak yer açılmış. Hayvanları da seviyorum ama uyurken başımda biter, koştururken kafama basarlarsa nasıl seveceğimi şaşırabilirim. Evlerin olduğu bir yerde açıkta gecelemek niyetim. Fena adamlara benzemiyorlardı, “yanınıza kıvrılsam mı, ateş de varmış” demeyi düşündüm, ama bana bakışlarından söylediklerime anlam veremediklerini çıkardım, haksız bulamadım ve geceyi elin manyağıyla geçirmek istemeyebilecekleri fikriyle emr-i vaki yapmak istemedim.
-ben gideyim, orada kalırım.
_seni bırakalım, arabamız burada..
Yaktıkları ateşe, tuluma girmiş yatan sarışına baktım. Dinlenip sonraki günkü faaliyete hazırlanmak üzere yerleşmiş görünüyorlardı ve oldukça rahat gibilerdi.
-rahatsız olmayın, ben yürürüm
_hava karardı, 10 kilometre var ayrıca
-sorun değil, ben yürümeyi seviyorum. Geçidin de diğer yanından buraya yürüdüm zaten
Tuhaf bir dialogdu sanki, akılda kalıcı oldu. Alçak kayadan aşağı yaylanarak atladım. Yoluma gittim.
Hava iyice karardığında yürüdüğüm yolun iki yanı ormanla çevriliydi. Nadiren de olsa araç geçebileceği fikriyle kafa lambamı açıp ileri değil önüme eğdim. Arada sırada korkup etrafı yoklamak için ileri tutuyordum. Etraftaki dev ağaç mıdır, ent midir, neyse onların dalları gözüme farklı görünüyor, hışırtılar, su sesleri, baykuş sesi gibi boğuk sesler, zaten karanlıktan korkan halimle burada ne işimin olduğunu merak ettiriyordu. Yolun hiç aydınlatılmamış olması korkutucuydu, dönerek inmek ve hep önümde ağaçlardan bir duvar olması korkutucuydu, köyü görmemek kötüydü. Yürürken bir yandan o gün beni bu kapalı geçitten önce yürüme isteğime anlayış göstererek bırakan adamı düşünüyordum (bkz. Otostop bölümü), nasıl anlamıştı ki, anlaşılacak ne vardı? Neden burada olmak istediğimi ben açıklayamıyordum ki? Belki onunla biraz daha gitsem o bana açıklardı neden böyle yaptığımı.. gençken otostop da çekermiş. Belki neyi neden istediğime dair bilmediğim bir şey biliyordur.
Arada sırada ağaçların arasında ileride ışıklar görmeye başladım, ama az kalmış dedikçe varmıyordum, aynı uzaklıkta tekrar karşıma çıkıyorlardı. O ara yol kenarında yassı, kenarları keskin, kalp şeklinde bir taş gördüm. Hoşuma gitti, erkek arkadaşıma vermek üzere alıp çantama attım. Taş devrinden kalma bir alet gibiydi, kenarlarının keskinliği doğal olamazmış gibi. Buluşum beni biraz toparladı, ama artık bu yol bitsin istiyordum.
Kaç kere az kaldı dedikten ve kaç kere neden hala aynı mesafede bu ışıklar diye yoldan usandıktan sonra köyün başladığı yere vardım. Hemen girişte bir kampı göstermek üzere tuhaf çadırımsı-heykelimsi bir yapı vardı. Orası da karanlık görünüyordu, saat 10-11 gibiydi. Çadırım da yoktu hem. Boş bir yer bulursam oraya kıvrılayım gitsin diye köyü dolaşmaya başladım. Son evin arka bahçesinde kütükler yığılıydı, onların da arkasında depo gibi bir yer vardı. Kütüklerin arkasına yerleştim, evden görünmüyordum, sabah da çok erken çıkardım zaten..
Sabah kalkınca nerede olduğumu öğrenebilmeyi umuyordum. Karanlıktan hoşlanmıyorum sadece. Dağlardan, dağ çiçeklerinden, geçitten ve keçilerinden, ilk defa gittiğim bir ülkenin neresinde olduğunu bilmemekten çok şikayetçi değildim. Sadece sabah olsa ve bulunduğum yerin nerede olduğunu bilmesem bile en azından görebilsem iyi olurdu. Sabah ve bahar ve vadi ve çiçekler de sonraki yazının olsun : )
*summitposttan baktım, asıl zirve olarak gördüğüm yerin adı Sustenhorn’muş ve sanırım benim gördüğüm taraftaki gözümün kesmediği yer olan doğu sırtına IV derece kaya, AD alpin derece vermişler. Diğer taraftan çıkması/kayakla inmesi rahat bir rotası varmış ve buradan çıkmalı, çevresinde yürümeli, yerse sırttan çıkmalı akabinde kayarak inmeli turları ünlüymüş.
[embpicasa id=”5688377113799765937″]