Heidi Ülkesinin Yollarında -6- Geri Otostop
İsviçre’de Eiger dağını ve Interlaken’i görmek isteyerek yola çıktım, otostopla gezeyim dedim, sonra yolda kaldım ve kayboldum, kar nedeniyle trafiğe kapalı bir dağ geçidini geçtim. O gün bir yere yetişemediğim için karşıma çıkan bir köyde bir evin arka bahçesinde kaldım, sabah muhteşem bir vadide olduğumu farkedip yolda kaldığım yerden itibaren 50km yürüdüm. Bir kez daha otostopla Interlaken’e vardım ve tekrar yürümeye başladım, bölgenin ana cazibe noktalarından Lauterbrunnen şelalelerine gittikten sonra toplamda 28km yürüyüşle Eiger’in eteklerindeki Grindelwald’a, gezimin amacına ulaştım. Orada manzaralı, marmot görmeli yürüyüşler de yapınca yolculuğum bitti. Bu sefer doğru yolda otostop çekeyim dedim, dönüş yoluna koyuldum.. Tüm yolculuğu berner oberland 2009 diye etiketledim, bu da gezinin sonu.
Sabah Interlaken’i bu sefer açık havada görme şansım oldu. Gecenin bir yarısı girdiğim hostelden erkenden şipşak bir duş alıp çıktım, bu sefer gelirken saptığım yolu dönme niyetiyle, çok geç olmadan yola koyulmalıydım. Jungfrau ileride apaçık görünüyordu, insanlar parklara yayılmışlardı, ben de onlar gibi kent meydanının etrafında bir bankta oturup uçan insanları son kez izlemek istiyordum.
Kahvaltı için önce süpermarkete gidip hamurişleri reyonuna dadandım. Süpermarket sırasında önünde sabah sabah gore texlerini kuşanmış, çantalarında çifter teknik kazmayla gofret alan adamların arkasında durmanın olağan olduğu az şehirden birindeydim. Son sabahımı yamaç paraşütçülerinin iniş yaptıkları Jungfrau manzaralı meydanda, elimde croissantım, çekirdek çitleyen seyirci gibi gğn boyunca kaç kişinin havadan paraşütüyle indiğine –hala- şaşarak değerlendirdim. Havada asılı insanlar inmek için sıra bekliyor, süzülüyorlardı.
Niyetim Spiez’e kadar yürüyüp, orada biraz durup sonra otostop çekmeye başlamak ve Kandersteg üzerinden Brig-Milano rotasını izlemek, önce bir kez daha Thunnersee kıyısına gittim. Göl kıyısında küçük barakaların köşelerinde mangallar buldum bu sefer. İyice dönülmeyesi bir yer oluyordu bu Berner Oberland ya, yürüyeceksem geç saatlere kalmamak için artık yola çıkmak lazımdı.
Göl kıyısından Spiez’e giden yaya ve bisiklet yollarına bağlanmaya çalıştım ama bir şekilde güvenli bir yola bir türlü çıkamadım. Göl kenarında izlediğim patika ve oklar beni nedense tren raylarının üzerine atmıştı. Bir süre kenarından devam edebilsem de kısa zaman sonra bir tarafım yola çıkan istinat duvarı, diğer tarafım göl, kısılıp kalmıştım ve kendimi tren gelirse göle atlamayı planlarken bulmuştum. Kulağım tren sesinde, sürekli arkamı kontrol ede ede bir patikaya bağlanabileceğim bir yer yakalamaya çalışarak rayların üzerinde yürüdüm. elimdeki harita patikayı yolla göl arasında, demiryolunun kıyısında gösteriyordu ama rayların bittiği yerde göl başlıyordu. Raylardan kurtulana kadar yaşadığım stresi ben bilirim.
Bisiklet yolu bir süre güzel güzel gitse de yol kenarına çıkmıştı, araçların yanında bir metrelik bir şeritte, bisikletliler geldikçe geçecek bir kaldırım olmadan, tatsız tatsız yürüyordum. Kenarda bir yamaçta koşan ceylan görmek bile bu sabah yürüyüşüne sövmeme engel olamadı. Gittim gittim sonunda dayanamadım ve bisiklet şeridinin geçenleri engellemeden durabileceğim kadar genişlediği ilk yerde otostop denemeye başladım.
Çok saçma bir konumda kalakalmıştım, araçların durması için pek yer olduğu söylenemezdi ve bir tarafı göl, bir tarafı dik bir yamaçla kesilmiş bu yolda arada bir şeye bakmadan hızla ilerideki kasabalara gidiyorlardı. Bekledim de bekledim. İleriden çok renki boyanmış, tuhaf gösterişli bir araç geliyordu. Bir kurumun aracı olabileceğini düşündüm bir ara ama o kadar renkliydi ki hani bunun resmiyeti diye bir tür funky araba olduğuna karar verdim, parmağımı uzattım. “Vay, durdu, gençler otostopçuları seviyorlar tabii, pimp my ride’dan fırlamış gibiler zaten” derken ilk izlenimimin daha doğru olduğunu gördüm: polis aracına otostop çekmişim.. uzaktan yazı falan da görünmüyordu yahu.. Polisler otostop çekme dediler, yasak mı dedim, değimiş. Durduğum yer tehlike oluşturabilirdi, bunun ben de farkındaydım. Güzel kardeşim haritaya patika çizmişsiniz nerede bu bulamıyorum dedim, ne patikası ya tepkisiyle biraz yürüyüp ilerideki küçük kasabadan otobüse falan binerim diyerek amcaları yolladım. İleride tekrar otostop denemeye başladım, yürünecek koşullar yoktu.
Günün ilk sürücüsü Fransızca konuşan bir adam. Nereden gelir nereye gidersin dışında pek bir konuşmamız olamadı, ama bayağı çabaladık. Interlaken, dağlar, yürüyüşler derken zaten kısa olan Spiez yolunu aldık ve ben, tren istasyonunun oraya bıraktı, buradan tüm kasabaya yukarıdan bakabiliyorsunuz ve merdivenlerle göl kıyısına inebiliyorsunuz.
Spiez oldukça eğimli bir yere kurulmuş, yüksek standartta sayfiye yeri havasında, dingin bir havası olan, temiz ve bakımlı bir göl kenarı kasabası. İstasyondan bakınca birkaç yapıyı gözüme kestirebildim, varı yoğu iki üç sivri kuleli yığma binayla çiçek dolu bahçeler. Bu bahçelerden birinde şövalye heykeline tırmanıp timerla kendi fotoğrafımı çekmeye çalışırken bir miktar izleyici topladım, sonra oralardan sahile indim. Tam bir aile tatili mekanı havası var. Sahilinde yelkenliler dizilmiş, göl cam maviyeşil, üzerinde ördekler yüzüyor, kıyıda kocaman bir parkta çimlerin üzerinde oynayan çocuklar, sağda solda güneşlenen insanlar, sahil yolunda bikiniyle yürüyen kızlar derken biraz öğlen miskinliği yaptım burada. Hava pırıl pırıl olduğu için olsa gerek, buz gibi alpin göl kenarında bir yaz tatili, bir Antalya havası vardı. Dondurma alıp sahil turlamalar akabinde yoluma döndüm, tekrar otostop için uygun bir yer arayışında yürümeye başladım.
Durdurduğum ikinci aracın sürücüsü yalnız bir kadın, beni de hemcinsi olduğum için almış, tek başınayken otostopçuları almayı düşünmezmiş aslında. Tatlı, güleryüzlü bir kadındı. Oberland dağlarını geçip Valais bölgesine ulaşan dev tünele kadarki yolumun üzerindeki iki ana yerleşimden ilkinde, Fruitigen’de oturuyormuş, ama evi şehrin dışındaymış. Mesleğini de öğrendim, kocasının ailesinin kayak merkezlerine telesiyej üreten ve bakımlarını yapan firmasında çalışıyormuş ve o aralar daha çok bakım işleri oluyormuş, öyle bir şeyin görüşmesinden geliyormuş. Tipik İsviçreli işleri, bkz gelirken otostop çekilen çikolata uzmanı adam..
Sürücüm yolunu biraz uzatma pahasına beni Fruitigen merkez tren istasyonunun oraya bıraktı. Burada hem yiyecek bir şeyler almak için, hem de etrafta dev çiçek-bahçe malzemesi satıcıları olduğu ve hediye almak istediğim için biraz dolaştım. Tam bir Türk bakış açısıyla Ayder kıvamında bir yer, geniş çim alanlar, arkaplanda dağlar ve aşağı yukarı oradaki kadar yapı, ama İsviçre için şehir sayılıyor. Buradan itibaren yoldan Balmhorn dağı görünüyor yanlış benzetmediysem, (bkz. Lucy Walker, Balmhorn da fotoğrafta istasyonun üzerinde bulutların içinde görünen dağ olsa gerek), kayda değer bir manzara ve konum durumu var aslında Alpler ve Oberland bölgesi içinde. Evlerin bahçeleri çok bakımlı ve güzel, sokakta duvarlarda ve çöp kutularında resimler var. Kalan franklarımı ev arkadaşlarımın balkondaki küçük bahçecikleri için bitkiye yatırmak istedim ama taşıması kolay ve hoş bir şey bulamadım. Buradan da şehirlerarası yola kadar biraz yürüdüm ve parmağımı yola uzattım.
Duran adamın arabasının arka koltuğuna çantamı atarken turuncu bir Mammut kask ve dolu bir sırtçantası görmemle “tırmanışçı mısın?” diye sormam bir oldu. Dağ rehberiymiş, aynı zamanda marangozluk yapıyormuş. İyiymiş. Geçtiğimiz hafta çoğunu tek başına yaptığı bir ahşap ev işini bitirmiş, gururluydu. O gün gitmek istediğim Lötschberg tünelinin girişine yakın bir yerden arkaya dolaşılınca ulaşılan bir duvara antrenman olsun diye tırmanmaya gidiyormuş. Yolun bu kısmı oldukça eğlenceli oldu, uzun zaman Bernina çevresinde rehberlik yapmış, en iyi bildiği yer orasıymış. Benim de İtalya’ya geldiğimde ilk edindiğim bilgi ve harita Bernina ve Palu üzerine olduğu ama partnerim olmadığı ve buzula tek başıma gidemediğim için ilgimi çekti. Rota çok dik değil ama buzul çatlakları var, ip birliği olmadan gitme dedi. Günübirlik antrenman olsun diye şu öğlen saatinde gittiğin duvar geleneksel mi spor mu dedim, çok ip boylu bir yere gidiyormuş ama bu çevredeki hemen her rota gibi boltlu dedi. Türkiye’de alpin bölgelerde bolt pek yok dedim, hiç büyük duvar var mı gibi ilginç bir soru geldi. Dedim var tabii, muhtelif, rota ve tekrar sayısı İsviçre gibi değil ama.. Bir doğu duvarı var, kaç ip boyuydu ki..
Dağ rehberi efendi beni geri dönebileceği son noktaya kadar gidip tünele bıraktı, otostop için de mümkün mertebe girişe doğru yürümemi önerdi. Araçlar mebcuren yavaşladıkları ve durdukları için konuşarak ileri bırakılmayı rica edebilirmişim. Mantıklıydı tabii, ama duran araçların şöförlerine ne diyeceğimi kafamda kuramadığım için tünelin girişinde bir ileri bir geri yürürken buldum kendimi. Parmağını yola uzatıp beklemek iyiydi yahu. Öylece orada kalmışken üzerinde kamufulaj desenli forması ve armalar olan bir adam jipinin camını açıp seslendi: “hey tüneli yürüyerek geçemezsin!”. Bu kolay oldu işte.
Kamufulaj desenli formalı adam hukuk okumuş, sonra orduya katılmış, uluslararası diplomatik bir şeyler yapıyormuş. Valais’de, Almanca ve Fransızca konuşan köylerin birleştiği sınırda bir yerde doğmuş, iki dili de anadili olarak kullanarak büyümüş. O gün de bir Fransız’ı karşılamadan dönüyormuş, pek hazzetmemiş o işten de Fransızlardan da. Bol bol İsviçre hakkında konuştuk, Almanca, Fransızca ve Romansch olmak üzere üç dilin konuşulmasından girdi, İsviçre güzel, tren ve toplu taşıma iyi bir şey tespitime yüzyıllardır çok süper mühendislik yaptıkları detaylarını ekleyerek devam etti. Girdiğimiz tünelde arabalar trene konuyor ve yol 20 dakika kadar sürüyordu, hem kaza olasılığı daha düşük, hem herkesin aynı yere gittiği yerde yakıt tüketimi daha az, hem bir sürü şey.. Asker bey de hevesli, İsviçre’de ne kadar tünel varsa saydı. Yok dağın iki tarafından tünel kazmaya başlamışlar, ortada buluştuklarında bir santim mi ne sapma varmış, işte iki şeritli tünel yapmayı akıl etmişler yüzyıl önce daha trafik yokken.. İsviçre harika bir yermiş de çok dil konuşuluyormuş yahu.. Okullarda İngilizce öğretilmesini tartışıyorlarmış, daha Cenevre’dekiler Zürih’tekileri anlamazken, halka Almanca ve Fransızca öğretmek yerine neden İngilizce demişler.. Yerel dil, birkaç bin kişi konuşuyor diye Romansch’ınsa esamesi okunmuyormuş, otantiklik olsun diye dursunmuş o.. Asker bey ise hala Valais kırsalında kozmopolit yerlerde oturuyormuş, ama sıklıkla Bern’de işi oluyormuş, ülkenin bir ucunda da çalışsam arabayla iki saatte gidiliyor dedi. Yolda Zermatt’a giden vadi girişinde aklım kaldı, yaya dolaşımı korunmuş olan Zermatt’a araç yolu yok, tren-telesiyej-bisiklet-tabanvay kullanılabiliyor. İnip yürüsem, bir de Matterhorn’u süzsem mi derken Milano’a dönmem gerektiğine karar verdim ve Brig’e devam ettik. Brig’den ilk geçişimde öylesine dolaştığım için bu sefer kesinlikle bilinçli olarak şatoyu görmeliymişim, ama tarif ederken yerini bulabileceğime ikna olmadı, o yüzden beni şehrin içine, şatonun oraya bıraktı.
Bu sefer görev bilinciyle Brig’in tarihi merkezini dolaştım ve günlerdir doğa harikalarını arşınlayan bünyeme çok da etkileyici bir yer olduğu fikrini kabul ettiremedim. Hoş tabii. Tarihi binalar falan var. Bir şehrin yeterince etkileyici olabileceği fikrinden uzaklaşmıştım, ondan öyle oldu sanırım.
Saatin de ilerlemesiyle Brig’den gelirken kullandığım Simplonpass’a doğru yürümeye başladım. Bir türlü şehir içi ve yakın köylere giden trafiğin elenip uzun mesafe gidenlerin olduğu bir noktaya gelemediğim için uzunca bir mesafe yürümem gerekti, bir köyü geçip çıkışta yerimi aldım. Bayağı bekledim yine de, çoğunluk İtalya’dan geliyordu, o yöne giden –sanırım saat itibariyle- azdı. Arada bir araç durdu ama ondan sarkan çok yakışıklı çocuk arabadaki diğer gençlerle yakınlarda bir köye gidiyoruz ama gel gezelim ya boşver İtalya’yı bizde kalırsın diyordu..
Beklemekten sıkılayazmışken oldukça cafcaflı saks mavisi bir spor araba durdu. Bu kadar alçak şeyler pist dışında kullanılıyor mu derken içinden de 17-18 gösteren bir çocuğun kafası çıktı. Gösterişli araba kullanılmasını çok itici bulmam bir yana, elin zibidi velediyle yola çıkmak mantıklı değildi herhalde, ama çocukla konuşmak da istedim- tuhaf mülayim bir duruşu vardı.
Çocuğun annesi İtalyan babası yanlış hatırlamıyorsam Alman, ve İsviçre’de yaşıyorlarmış, İngilizce bir iki kelime biliyordu, İtalyanca da ikimiz için de iyi olmasa da bulduğumuz en kullanılabilir ortak dildi. Araba onun değilmiş tabii ki, araba boyuyormuş, bunu bırakmışlar, arada böyle şeyler geldikçe yaptığı gibi keyfine sürmeye çıkarmış. Bir yere gitmiyormuş, yol güzel diye bu tarafa gelmiş. Daha önce yolun estetiğine ve mühendisliğine hayran kaldığım Simplonpass yolunun virajlarını bir de haddinden fazla hızlı görmüş bulundum, arada çocuğu “virajları bu kadar hızlı alman sağlıklı mı?” diye uyarmam bile gerekti. Tam dönüyoruz, önümüze bir kamyon çıkıyor, hemen de değil, 30 40 metre yaklaşana kadar bekleyip direksiyon kırıp yana geçiyordu. “Hep yaptığım şey, ama rahatsız oluyorsan yavaşlarım” dedi, mantıksız bir insan olduğum için “neyse, ne yaptığını biliyorsun herhalde” dedim. Otostop çekip tanımadığın birinin aracına binerken en dikkat edilecek şeylerden biri de sürücünün ruh hali –kafasının yerinde olması- ve yol güvenliği, ben nedense bu çocuğa karışmak istemedim –itiraz etmediği halde-, neyse sağ çıktım ama bu tavır şiddetle tavsiye edilmez.
İtalya’ya gittiğim için beni sınıra kadar bıraktı, onun olmayan araçla sınır geçmemek için şans dileyerek gitti. Böyle olması fena olmadı aslında, sürücü aracında bir yabancıyla sınır geçeceğine yürüyerek geçtim ve beklemeye başladım. Simplonpass’taki İtalya İsviçre sınırı çok güzel bir yer, etrafta kayalık dağlar ve şelaleler var. Yerel taşa benzer dokuda taştan yapılar var, bir otel, çeşitli donatılar, küçük ve sade ama güzel bir kilise, ve tabii İtalya İsviçre sınır klasiği olarak benzinin çok daha ucuz olduğu İsviçre tarafında bir benzin istasyonu..
Sınırdan nadiren araç geçiyordu, ama çok fazla beklemem gerekmedi, birkaç dakika kimse geçmeyecekse bu iş zor derken ikinci araçtaki yaşlı İtalyan çift durup beni aldı. Arada tek başına otostop çekmemelisin diye azarlamak için aldıklarını hatırlatmalarıyla sohbete koyulduk, biraz İtalyanca biliyorum diye “pratik yapmazsan ilerletemezsin” deyip İngilizce konuşmayı reddettiler ve yol boyunca cümle kuracağım diye can çekiştim. Domodossola’ya gideceğimi söylemiştim, biraz konuştuktan sonra “orada kalacak yerin var mı?” gibi sorular geldi, Milano’da oturduğumu ve oradan trenle gideceğimi –aslında hep otostop çekmediğimi bulunduğum yerden araç olmadığı için öyle yaptığımı (azarlıyorlardı ne yapayım, hem trenle gidecektim gerçekten)- söyledim. ”Biletin var mı?” “Son trene daha zaman var, gişe kapanmıştır ama otomattan alırım” “Yanacak biletin yoksa biz de Milano’ya gidiyoruz, seni bırakalım..” E süper.
Jeolog ve benzeri bir şeylermişler, yer altı sularıyla ve doğal taşlarla ilgili dünyanın çeşitli yerlerinde çeşitli şeyler yapmışlar. Türkiye’ye de gelmişler, Hierapolis, siz nasıl diyordunuz, Pammukkahle? Fena değil, Türkçe birkaç şey biliyorlar, ekmek diyerek başladılar, eğlenceli devamlar geldi. Milano’da bırakılacağım noktayı belirleme konusu uzun tartışmalara konu oldu, bir yer nasıl hem Cimitero Monumentale’ye, hem Cadorna’ya, hem Parco Sempione’ye yakın olabilir diye.. sanırım yakın ve yürüme mesafesi algılarımız farklıydı, Fabbrica del Vapore’yi de bilmiyorlarmış zaten, eski fabrika yapısındaki çağdaş sanat merkezi.. sonunda tarif edip onun köşesinde bıraktırdım ama kendimi.
Milano. Yolculuğum öyle bitiverdi. Altı üstü 5 gün dolaştım, bu kadar yazasım geldi. İsviçre gördüğüm en inanılmaz dağ altyapısı ve çok güçlü bir topografyayla aklımda herhangi bir noktasına bırakılıp aylaklık yapmak isteyeceğim ideal yer olarak kaldı. Tüm ineklerin temiz ve mutlu ve güzel, buzulların bahar güneşinde pırıl pırıl mücevher gibi olduğu, dev siyah dağ yüzlerine sırf bakmak için bile gidilesi yerler. Uçan insanlar da var.
Dönerken geçtiğim yerlerden fotoğraflar da böyle:
[embpicasa id=”5688691301862562097″]