Aladağlar’da beyin bedavaymış da ben o fırsatı da kaçırmışım gibi
(Başları Kaletepe’den önce yazılıp da bırakılmış yazı)
Hayatım bir tuhaf oldu, kuş gibi sürekli mevsimleri bekliyorum. Yaz gelse de yaz faaliyeti yapsak, kış gelse de kış faaliyeti yapsak. Dağ faaliyetleri; basit tırmanışlar, yürüyüşler, elimden geldiği kadarı. Yaz geldi geçti işte, ne yaptım? Haziran’da tek başıma Güzeller Kuzeydoğu, geçen hafta Kaldı Kuzey Buzulunda buzul eğitimindeydim, bir de bayramda gittiğim bu faaliyet işte. Yazı değerlendirmek bir yana, dağda geçirdiğim zamanı bile faaliyet yoğunluğu açısından yüksek oranda değerlendirmedim. Bir mayışıklık, bir piknikçilik, bir bi’şey..
Bu sefer bir de aptalsımtraklık çökmüş üzerime. Gelmiş geçmiş en plansız dağ faaliyetimdi sanki. Bir yandan da faaliyetin karakteri bu oldu: rastlantısallık. Uzun zamandır bir yere gidip, aklımda bekleyenleri bırakıp, yerin aklıma düşürdükleri –saçma da olsalar- yapmamıştım. Bir tür kafa değişimi o, tebdil-i mekan, tebdil-i kafa, terk-i akıl fikir : ) İhtiyaç da duyduğum bir şey anladığım kadarıyla. Herşey “rayında” gittikçe üzerimde yaşarken tanımlayamadığım bir sıkışıklık hissi oluşuyor. Ray dar geliyor, çıkınca farkediyorum.
Son faaliyetim de çok ilginç değil aslında. Zor değildi. Bir dağa, Aladağlar’ın güneyindeki Gürtepe’ye çıkmaya ve oradan bir sırt geçişi yapmaya niyetlendim. Giderken çıkmayı planladığım rota hoşuma gitmedi, saçma bir geçişle dağın başka bir yerinden çıktım, sırt geçişini de iptal ettim. Kalan boş günlerde de gittim Kazıklıali Kanyonu nasılmış diye bir baktım. Son dört Aladağlar yolculuğumun güney bölgeye olması nedeniyle her seferinde aynı vadiden kampa yürümek bile fazla tanıdık bir his vermeye başlayınca rota değişimi ve gün boyunca yaptığım saçma şeyler rahatsız edici olacaklarına şu aklıma düşeni yapıverme rahatlığını hatırlattılar biraz. Hayat güzel.
—
Tırmanış eğitimlerimin bir kısmını aldığım bir adamın “Bayramda dağa gidiyoruz arabada yer var” demesiyle yaz bitmeden bir şeyler yapma planım oluşmuş oldu. Sürekli değişen araba kadrosu 3 ekiple sonlandı: iki duvar tırmanışı yapacak sevgili eğitmenim ve “O aralar da ekstrem budistim kanka” gibi ifadeler kullanan partneri, kampta partneriyle buluşup bir hız ve dayanıklılık faaliyeti yapmak üzere gelen ekstrem budistin arkadaşı eskilerden bir dağcı efendi, ve tek başıma kuş dinleyip gökgözleyecek olacak olan ben. Niyetim ise arabayla güney bölgenin girişindeki Sarımemetler kamp alanına kadar gidileceği için o bölgede bir şey yapmak oldu, manzaralısından şöyle, bir sırt geçişi: vadide yükselip Sulağankeler kampından Gürtepe’ye tırmanıp aynı sırt hattı üzerindeki zirvelerden devam ederek Kızılkaya’ya ulaşmak ve Kızılkaya-Karasay çarşağından vadiye geri inmek.
Yolda araç kullanamayan tek kişi olarak çenebazlık, şöförlere copilotumsuluk yapmayı görev belledim, kafayı koyduğu yerde uyuyan bünyeye uyumayıp yol arkadaşlığı yapmayı tembihledim. Varınca da araç kullananlardan fazla uyumamış bünyeyi onlarınkiler gibi dinlendirmek gerekti. Sarımemetler’de diğer ekiplerin kampında biraz kestirdim. Öğlen gibi toparlandık, duvar ekibine yanımda olacak olan telsizin bir eşini bıraktım. Faaliyetin yalnızlık hissi, ciddiyeti bir şeyi kalmadı. Sanki orada bana hazır kurulu bir destek kampı vardı. Öyle bir lakayıt hisse o gün altı üstü Sulağankeler’e ulaşmayı hedefliyor oluşumun rahatlığını ekleyip yola çıkayım derken bir de ormanda gidebildiği kadar gidecek bir araç çıktı. AKUT’tan biri ailesini almış gezmeye gelmiş, sağolsun vadide araç giden son yere kadar da o beni bıraktı.
Sırtımda “bulunsun” kontenjanından iniş malzemesi-kulüpte kaya çekici kalmadığı için buz çekici içermek üzere- ve azaltmaya niyetlenip niyetlenip sonunda komple aldığım bivak yükümle Sulağankeler’e yürümeye başladım. “Ocak almasam, bir termos sıcak su yeter. Hadi neyse hem ocak hem termos alayım. Yolda içerim, 1.5 litre de soğuk su. Uyku tulumu götürmesem? Yok, Sulağankeler’de gece rahat yatayım. Almasam, geçişe erken çıksam yüküm az olsa bir günde bitse, bivaklamak olağandışı bir durum olsa? Çantanın sırt sistemsisi çıkıp popo altı kadar bir mat oluyor, bivağa girer bacaklarımı da çantaya sokar sabahı ederim. Ya da tulum alırım, kampta karar veririm artık. Tulum alınca mat da almak lazım tabii. Mat da ne sakil şey, sağa sola takılıyor kayada..”
Yüküm ve ben çıktık çıktık ki Sulağankeler’de su yok. Beni bu konuda uyarmışlardı; ama önceki hafta Salim Abi var galiba diyordu, ama eğitmenim hep az da olsa bulunur diyordu, ama yoktur diyenleri dinleyeceğime onları dinlemek işime gelmişti.. dönünce başkaları da illa ki su vardır, kazman gerekebilir ama kesin bulunur dedilerya, ben bulamadım işte. Yola 1.5lt soğuk, 0.75lt sıcak suyla çıkmıştım. Soğuğun yarısını içmişim, sıcağa dokunmamışım o aşamada. En iyisi burada su olmadığına göre daha yüksekte kalıp sabah ne yapabiliyorsam yapmak dedim. Baştan Sulağankeler’den yakın olsun diye niyetlendiğim, dağın kolay rotası olması gereken batı yüzü+sırtına doğru yükselmeye başladım. Rota tarifi belden inen yan vadideki çarşaktan gidilmesini öneriyordu, ben nedense çarşak örtülü çürük setlerden oluşan yüzden gitmeyi seçtim.
Setlerin arasında uygun geçişler bulmak için dolaşa dolaşa, çürüklükten sürekli yuvarlanan taşların tersine yükselmeye akşama kadar devam ettim. Bivak yapılabilecek bir yer bulduğumda durdum: kabak gibi açıkta, üstelik de hafif aşağı eğimli ve çarşak örtülü, rahatsız bir set, ama çevrede daha iyi bir seçenek yoktu. En azından üzerine taş düşürecek bir duvar yoktu ve tulumla yerleşilebilecek kadar yer vardı. Yaklaşık 3300 metre yükseklikteydi ve bele devam edip orada her tarafın rüzgarını almaktansa burada yalnızca bu yüzün rüzgarında kalınırdı, nasıl olsa yaz faaliyeti.
Geceyi sırtıma batan taşları tekrar tekrar organize etmek üzere kalkıp durarak ve bivağım aşağı kaymasın diye durup durup yerimi toparlayarak geçirdim. Gökyüzü açıktı ve kafamı dışarıda tutmak biraz üşütse de gökyüzünün altında olmak çok güzeldi, hele bir kamp yerinde bile değil, bir dağın yamacında, kimse yokken güneşin vadinin sonunda hafif puslu havada dağılan renklerle kayboluşunu izlemek ihmal ettiğim bir ihtiyaç gibiydi.
Dağda ilk günüm hep biraz sıkıntılı geçer; yükseklikle çok aram yok ve pek disiplinli bir insan da değilim. Yeterince sıvı alıp düzgün beslenmeyi genellikle ihmal eder, sonra başım ağrıyo şu bu diye şikayet ederim. Bu seferse yeterli sıvı alma seçeneğim zaten yoktu, yanımdakini idare etmek için yediğim salamın tuzlu tadını bastırmak üzere bir iki yudum sıcak mate içip uyumaya çalıştım. Sabah da azıcık daha içip biraz cici bebe tıkındıktan sonra toparlanıp tüm yükümle tekrar yola çıktım.
Şapşal gibi Rudl Kulesine doğru devam ettim, sonra zigzag çizerek bir dağa, bir bele doğru gitmeye başladım. İn-çık, git gel derken beldeydim ve yıllardır merak ettiğim Torasan’ı ilk defa gördüm. Kaç kere gitmeye çalışıp partner bulamadığım yer, aslında düşününce orada da dağ varmış, başka bir şey değil! Az gidildiği ve daha izole olduğu için olsa gerek, hala ısrarla gitmek istiyorum gerçi, neyse. Sağımda da Gürtepe Doğu duvarı duruyordu, nedense görmek istediğim şeylerden bir diğeri.
Uzakta, Kaldı’nın etrafında bir küçük bulut dolaşıyordu. Çok sevimli, tostoparlak bir bulut. Güzeller Kuzeydoğu’da sonradan başıma bela olan bulutçuk aklıma geldi, onu da izlerken sessiz bir partnermiş gibi gelmişti. Ah dedim, iki dakika yalnız kalamayacak mıyım? Ne zaman buralara yalnız gelsem apaçık gökyüzünde tek bir bulut bana eşlik ediyor!
Rota tarifine göre belden direkt batıya dönüp sırttan devam etmem gerekiyordu, II derece, oraya gelene kadar geçtiğim çürük yerler gibi basit tırmanış. Baktığımdaysa hiç de öyle basit olmayan, üstelik üzerlerinden gitmenin sürekli çıkıp inmeyi gerektireceği için saçma olacağı kulelerden başka bir şey göremedim. Kulelerin altlarına inip etrafında dolaşa dolaşa belden dağa doğru devam ettim, ama yok, makul bir sırt yok! Rotayı bulamadım iyi mi!
Oturduğum yerden dağı incelemeye başladım. Okuduğum şekilde olmazsa başka şekilde çıkılırdı: illa ki Torasan’ı biraz daha iyi görmek istiyordum, bunun için de en azından Gürtepe zirvesini yapmam gerekiyordu. İşte, ileride dağ içbükey bir kıvrım yapıyor, o aradaki oyuk pek dik değil sanki? Oradan çıkılabilir diye düşündüm. Tarife göre değil, orada seçtiğim kendime göre bir yerden devam etme fikri hoşuma gitti, hani önümdeki talimatlardan çok dağa bakıp, onu muhatap alarak “Haydi şurada buluşalım” diye anlaşmışız gibi oldu.
Saçma şekilde yüklendiğim tüm malzemeyle devam etmeye gerek yoktu. Uyku tulumu ve matımı, bir de zaten içinde az sıvı kalmış ve inişi anca çıkaracak olan termosumu bivağa doldurup belde bıraktım. Yanıma kalan soğuk suyumu aldım, onu bitirmeden dayanabilirsem belden en azından bir sonraki zirveye devam eder öyle inerim diye düşünmüştüm. Zirveden herhalde burada girişini göremediğim o kolay batı sırtını bulurdum-dağın bu tarafındaki en kolay rota o olmalıydı- ve bele öyle inerdim. Oradan düşündüğüm yere ulaşmak içinse dağdan inen küçük bir sırtı aşmam gerekiyordu, alçaldım ve uygun bir geçiş buldum, sonra tekrar yükseldim.
Kimseye buradan çıkmasını önermiyorum. Zor değil, ama inanılmaz çürük. Kaçkar Kuzeydoğu’ya Güzeller Kuzeydoğu’ya çok çürük denir, bunu diyenlerin kafalarındaki çürük tanım ve eşiğini gözden geçirmeleri için denemelerini öneririm ancak. Herşey, ama herşeyin ufalandığı, en fazla 3-4 metre yüksekliğinde II-III derecelik setlerden oluşan yüzden homurdana homurdana zirveye ulaştım. İşte Torasan. Ve Kızılyar mı o? Ta Yedigöller’i çevreleyen sırtlar mı görünüyor? Geçmek istediğim sırtın hemen hemen tamamı, hatta Kızılkaya! Vay be. Rota tatsız, ama Gürtepe Aladağlar’ın en manzaralı zirvelerinden biri herhalde. Hava da ısınmaya başlamış, güneş parlıyorken yerleştim ve zirve babasından çıkardığım kağıtları okuyup elimdeki rehber kitaptan çevredeki rotaları incelemeye başladım. Suyum bitmek üzere olduğu için sırt geçişine devam edemeyeceğim belli olmuştu, uzun bir keyif oturmasına zamanım vardı.
Bayağı bir güneşlenip fotoğraf çektim. Aşağıda, belde eşyalarımı bıraktığım yer görünüyordu. Dağın en kolay rotası Gürtepe Çanağına inen çarşak gibi görünüyordu, yürüyüş dışında bir etap yok gibiydi. Benim baştan niyetleniğim sırtsa zirveden de kulelerden ibaret görünüyordu, hala nereden çıkılması gerektiğini anlamış değilim! Geldiğim gibi inmem gerekti, çürüklükten daha da fazla homurdanarak.
Popomda yüzdeki her taşın ayrı ayrı izinin çıkması fikrinden bıktığımda ip bile açtım, tabii ya, o ipsiz inme ısrarı neden? Boşuna taşımadım ya o kadar malzemeyi. Gözüme bir babayı kestirdim, perlon dolayıp inerim diye. Serbest insem daha mı kolay olurdu yahu? O babaya güvenmek benim için bir kriz halini aldı. Önce batonla ufak ufak dürttüm. Sonra ucundan bastım. Elimle biraz ittim. Sonra tekmelemeye başladım. Burada bir taş parçasının sağlamlığını kontrol edeyim derken öfkeyle girişmiş gibi olmuş olabilirim. Zaten oraya gelene kadar suyum bitti, ben de bittim, suuuuu…
Susuz kalma fikrinin önemini anlatamadığı susuzluk başıma vurmuştu ki belle aramda o gelirken geçtiğim sırtın olduğu yere geldim. İndim, indim, gelirken de biraz aşağıdan gelmiştim.. fazla inmişim, 200 metre falan. O susuz halimle belden dağa en yakın iki kuleciğin arasına geri çıkma çilesini atlattığımda zaten yeterince mutsuzdum. Bir de eşyalarımı bulamadım. Faaliyet artık şuursuzca bir oraya bir buraya gitme halini almıştı. Tamamen yanlış yeri hatırladığımı düşünerek tekrar aşağı inip belin en alçak noktasına döndüm. İnip çıka çıka tüm kulelerin arasını taradım. İlk baktığımın bir yanında çıktı eşyalarım. Faaliyet iyice komediye dönmüştü.
Kalan birkaç yudum suyumu da bitirmemek için mümkün mertebe kontrollü içip bu sefer çıkarken kullanmış olmam gereken tabandan inişe geçtim. Sulağankeler’e geçmek için küçük bir sırt daha atlamam gerekiyordu, ama hani düşündüm de, neden öyle yapmam gereksindi ki? Sulağankeler’de bir şeyim yoktu, Sarımemetlere dönüyordum ve aslında gideceğim yönün tersindeydi. İçinde bulunduğum yan vadicik tabanı Sulağankeler’den aşağı, Kocadölek’e doğru akıyordu. Oranın normal patika olmadığını biliyordum da, neden dümdüz inmeyeydim? Eninde sonunda patikaya bağlanırdım nasılsa, Sulağankeler’e gidip aç susuz zaman kaybetmeye gerek yoktu.
“Serbest inebiliyorsam haydi haydi geri çıkarım” düsturuyla dik inmeye devam ettim. 10 20 metre çıkıp geri inmeye üşendiğimden girdiğim kulvarda bir takım basit ama slab kaya etaplarında sırtımda yükümle yüzüm kayaya dönük ellerimi kullanarak inmektense popomun sürtünme faktörünü kullanmanın daha verimli olacağına karar verdiğim noktaya geldim, sonuçta en geniş yüzey alanını öyle sağlayabiliyordum. Arada sıkışık bir yere girerken baktım aşağısı düzgün, sıkışmayayım diye çantamı aşağı bile attım. Kapağı zaten biraz vuruk bir termos vardı kenarda, ona çilen bitmedi demiş oldum. Herşey azıcık yükselmeye üşenmişken kararımdan dönüp bir de indiğim yerden geri çıkmamak için. Düz yürümek varken bunlarla uğraştığım için hiç zaman kazancımın olmaması ve susuzluğumun sürmesiniyse kabul etmek durumunda kaldım.
Bir patikaya indim de ne oldu? Oradan direkt vadi tabanına devam etmiyordu ki. Bu sefer de saçmalamayacağım tuttu, aşağı baktım baktım, inilse de uğraştıracak yerler gördükçe tıpış tıpış Sulağankeler’e yürüdüm. Bir de fazla inmişim, bir de yol boyunca kaçış arayıp durdum, haydi bakalım indiğim irtifaya geri çıkmaca..
Sulağankeler’e vardığımda suyum bitmiş, ben de bıkmıştım. Sallana sallana vadiye inmeye başladım. Ağzımda bir çamur tadı, aklımda önceki gün ormanda gördüğüm kampçılar-oradan geçerken bana su verirler miydi acaba? Hı?
Şuursuzca aldığım kararlar yüzünden zirveyi sabah yapmış biri için son derece ilginç saatlere kalmıştım. Kocadölek’ten geçerken hava kararmaya başlamıştı, ormanda karanlığa kaldım. Uğultular ve ötüşler arasında uzakta bir çift turuncu ışık, beni izliyorlar. Gözbebekleri çizgi çizgi, yırtıcı bir hayvan olsa gerek. Aladağlar’da hiç öyle kuştan, gelengiden başka hayvan görmemiştim, ormanda geceye kalmak gerekiyormuş demek!
Orman hatırladığımdan uzun muydu ne? Sonunda kafa lambalarının ışığında parlayan çadırları gördüğümde kendi kampıma varmış kadar sevindim. Bu hem ormanın araç ulaşan noktasına geldiğim, hem de su bulduğum anlamına geliyordu, daha ne isteyeyim! Suyum olduktan sonra kampa yürümek iş değildi, bir suyum olsa! Kamptakiler maşallah arabayla gelmiş, mangal yapıyorlardı. Sayıklar gibi konuştum: “Ben, dağdaydım, Sulağankeler, su yoktu, in, bit, su, ya suyunuz var mııığğ?”. Yarım litrelik pet şişe su gördüğüme daha fazla sevinemezdim herhalde.
-bitirebilirsin
-şey, yok canım, teşekkürler, bir iki yudum, gulp gulp..
-sucuk?
-yok yok sağolun su yeter
Mangal sucuk gibi harika bir şeyi reddeden insan gördüklerine şaşırdılar sanırım, ama o kadar susuzdum ki herhangi bir şey yiyebilmem için önce içtiğim suyun tüm sistemimde bir tur atması gerekiyordu.
-bari tadına bak yahu, yanımızda çok var (diye bir parça sucuğu ekmek arasına sıkıştırdı)
-ya şey, almiyim de, bu su benim olsun o zaman..
Sucuğu gerçekten istemiyordum da, su konusunda tokgözlülük yapacak halim yoktu, baştan niye reddetmiştim ki?
Elimde pet şişemle bir minik Heidi mutluluğu içinde ormandakilere iyi faaliyetler dileyip Sarımemetler’e yürümeye devam ettim. Ormanda gözbebekleri çizgi çizgi değil, toptop olan gözler gördüm geçtim, zıpzıp bir tavşan kardeşti herhalde. Karanlık maranlık, suyum olunca Bob Ross gibi hissetmeye başlamıştım- tabii insanın yüzde bilmemkaçı su. Kimse susuzlukla sınanmasın amiiiinnn..
Sarımemetler’e vardığımda içtiğim su vücudumda gerekli turunu tamamlamış, karnım da iyice acıkmıştı. Yol tayfası tam da o sırada makarna yapmışmışmış.. Kampa gelen bilinçsiz ama şanslı bendenizi hemen beslediler sağolsunlar. Kalan günlerde de yanlarında kalıp duvar ekibi faaliyetlerini sürdürürken ben nasıl olsa dağda su yok diye miskinizmi benimsedim, zamanım Mangırcı’ya tek başına gidip dönüşü geciken birini dürbünle görmeye çalışmakla, Kazıklıali gezmekle geçti. Zaten dağlar bana göre değil. Şuradan inivereyim, buradan çıkıvereyim derken kalıvereceğim bir yerde bir gün, o olacak..
[embpicasa id=”5688518052219639809″]