Messner’ın Mimarlığı: Firmian Dağ Müzesi
Güney Tirol’lü dağcı ve çeşitli işlerin adamı Reinhold Messner’ın beş yapıdan oluşan MMM(Messner Mountain Museum) dağ müzeleri projesinin ana yapısı Yüksek Adige/Güney Tirol bölgesinin stratejik tarihi kalelerinden Sigmundskron/Firmian’ın müze olarak uyarlaması. Niyetim müzenin mimarı kale restorasyonları konusunda uzmanlaşmış Werner Tscholl’a haksızlık etmek değil, ama yapıya tırmanışçı eli değdiği anlaşılıyor. İyi bir müşteri-mimar diyaloğunun ürünü olduğu belli diyelim, mimar teknik birikimini sunarken Reinhhold Messner’ın katabileceklerini dikkatle değerlendirmiş belli ki.
Proje dağlarla ilişki kurmak için bir dağcı gözünden ve koleksiyonundan rehber oluşturuyor. Dağ müzeleri projesinin “mimarı”, fikir sahibi ve takipçisi, Reinhold Messner gelmiş geçmiş en ünlü ve tırmanış tarihinde iz bırakmış dağcı olabilir. Yeryüzündeki 8000 metreden yüksek 14 zirvenin tümüne çıkan ilk dağcı, bu yükseklikte “alpin stil”de tırmanışlarıyla yeni bir çağ başlatmış, Everest’e oksijensiz çıkan ilk kişi hem de yalnız çıkmış falan filan. Doğaya adil koşullarda çıkmak, gittiği yerde hasar bırakmamak gibi söylemleri var. Ismine ilk aşinalığım kulüpte ilk yılımda National Geographic’de bir dosyasının çıkmasıyla oldu, bir konuda fikrim olsun diye yüzsüzce kendisinden hazzetmemeye karar verdim(google translate marifetiyle bunu okursa haberi olsun!). Romantik değilsin Messner, romantik söylemlerinde bile hırs ve rekabetçilik var. Böyle düşünme sebebim röportajlarıyla ve Benim Dikey Dünyam’daki rastlaşma anılarıyla sınırlı izlenimler, kitaplarını bulup okumak lazım. Neyse çok iyi, pek tarz tırmanıyormuş, çığır açmış işte, ben dosyayı okuduğumda yatay hedefler peşinde yürüyerek çöl neyim geçiyordu, şu aralar müzelere odaklanmış sanırım.
Beş müze dağlarla ilgili farklı temaları ele alıyor. Messner bu projeyi “15. 8000 metrelik dağım” olarak nitelendirmiş, bir nevi dağ geçmişini taçlandırma çalışması olarak değerlendiriyor. Müzeler temaları, konumları ve mimari tavırlarıyla bir bütün oluşturuyor, bu açıdan proje mimarını kutlayabiliriz. MMM Ortles, buzulları konu alan ve yapı tasarımıyla yorumlayan, tam da Ortles’ın buzulunun eteğinde konumlandırılmış, yılın sadece belli aylarında görülebilen sıradışı bir müze. MMM Dolomites’ın da konum açısından ondan geri kalır yanı yok, Dolomitlerin ortasında, çevre zirvelerin oluşturduğu panoramanın ortasında duruyor ve buradaki dağcılık ve kaya tırmanışını anlatıyor, manzarası da serginin bir parçası olmak üzere. Üçüncü müze MMM Juval ilginç şekilde Messner’ın şahsi mülkü ve 1983’ten beridir yazları yaşadığı, sanat ve anı objeleri koleksiyonunu barındırdığı yer olan Juval Kalesinde yer alıyor, yazlar hariç gezilebiliyor. Efsane dağcı burada dağ efsanelerini konu alıyor! Önümüzdeki yıl açılması planlanan MMM Ripa’nın konusuysa dağ halkları, Puster Vadisinde Bruneck Kalesinde kurulmasından sonra dünyanın çeşitli yerlerinden,misal Himalayalardan insanların buradaki çiftçilerle etkileşime geçmek üzere çağrılmaları planlanıyor.
Dolomitlerin ortasındaki bu yapılar dünyanın(çok görmüş gibi yazmayayım ama okuyoruz sonuçta canım) coğrafyayla ilişkisi en etkileyici müze projelerinin arasında yer almayı hakettiği gibi hedef kitlesini konu aldığı etkinliklere giderken yolda yakaladığı için en iyi konumlandırılmışlardan biri de denebilir bence. Bölgede çok gelişmiş bir müzecilik geleneği var zaten, her ilgi alanından turisti -sporcusundan kültür meraklısına, sağlık tesisi arayanından iyi yemek kovalayanına- çekmek için bir donatı mevcut. Birinci dünya savaşından kalan dağ cepheleri sabit emniyetli rotalarla (via ferrata) gezilen açık hava müzeleri olarak sergileniyor mesela. Meşhur Ötzi de Bolzano’da sergileniyor. Bu proje de aslında halihazırda bulunan gelişmiş bir donatı ağı ve burada farklı gruplara hitap eden rota sistemlerine ekleniyor, dolayısıyla kentlerden uzak olması onu kullanıcıdan uzaklaştırmıyor. Aksine, turistik haritada her gördüğüne giden turistlerin yanında, doğa faaliyetleriyle çeşitli seviyelerde kendisi de ilgili, buraya belki de doğada gerçekleştireceği etkinlikler için gelen kitleyi hedefliyor. İçlerinden biri sergilenenlere hakim ve çok ilgili, diğerleri bilmemhangiduvarda kullanılmış sikkeden çok yağlıboya tablolarla ilgilenen aileler en çok gördüğüm profildi.
Beş müzeden henüz bahsetmediğim, ve benim gittiğim MMM Firmian, projenin kalbi. Daha az özelleşmiş, kapsamlı bir koleksiyonu var, dağlara çok yönden bakıp turlandığında bir bütünü anlatıyor. Bununla kalmıyor, bulunduğu kaleyi ve konumu onurlandıran, tarihini anlatan bir bölüm de barındırıyor. Yeri Messner’ın memleketi Güney Tirol’ün başkenti Bolzano, Almanca adıyla Bozen’daki İtalyan gözüyle Firmian, Alman tarihinde Sigmundskron adlı, M.S. 945’ten kalma kale.
Güney Tirol, İtalyanca Alto(yüksek) Adige, şu an İtalya sınırlarında gösterilen özerk Trentino-Alto Adige bölgesindeki bölgeden de ayrı özerk hakları olan bir il. Tamamı dağlık alanda yer alıyor, merkezi Bolzano. Nüfusunun çoğu Almanca konuşuyor ve tarihinin büyük kısmı bu halkla geçtiği için İtalya genelinden farklı bir kültürel birikim gösteriyor. Yüksek eğimli çatıları, dar pencereleriyle Bolzano sokaklarında yürürken kuzeyindeki Avusturya’ya ait Tirol bölgesinde olmadığınızı düşündürecek tek şey tabelaların (hem) İtalyanca (hem Almanca) olması. Mimarisini iklim şekillendirdi desek de ortalıkta dolaşan sarışın halk ve Alman turist kafileleri, menülerdeki seçenekler İtalya dışına çıktığınız izlenimini veriyor. Burası 1. Dünya Savaşında anlaşmalarla İtalya’ya verildiğinden beridir halkının kültürünü sürdürme hakkı için savaştığı, 2. Dünya Savaşında İtalyanlaştırılmaya çalışılan, faşist dönemden sonra “azlınlıklara” hakların verilmesi vaadedilen ancak bu vaatler tutulmadığı için sürtüşmelerin sürmesiyle ayaklanmalara sahne olan bir bölge. Müzenin bulunduğu kale 1957’de bölgenin tarihindeki en büyük sivil harekete sahne olmuş, 30.000’den fazla kişi kale çevresinde özerklik için toplanmış. Bu aynı zamanda 1944’te bu bölgede doğan ve anadili Almanca olup İtalyanca da konuşabilen Reinhold Messner’ın kardeşi Gunther’le bölgedeki dağlara tırmanmaya başladığı yıl. Sonuçta bölge 1973’te özerkliğini kazanıyor, iç işleriyle ilgili ayrıcalıkları olduğu gibi topladığı verginin de %90’ını merkezi yönetime vermeden kendi aldığı için şu anda İtalya’nın en zengin bölgesi. Ekolojik yapılaşmayla ilgili olarak görmem önerildiğinde öğrendiğime göre aynı zamanda İtalya’da sürdürülebilirlikle ilgili en kapsamlı yönetmeliklerin uygulamada olduğu birim.
Bir hediyelik eşya mağazası, café, şarap mahzeni, geçici sergiler bölümü ve iyi düşünülmüş bir amfitiyatro ve ilintili etkinliklerde kullanılacak açık alan müzenin sergi dışındaki işlevlerini sağlıyor. Peyzaj içinde başarılı şekilde yerleşmiş ve yapının restorasyonunun genelinde olduğu gibi kayalık dokusu mümkün olduğunca doğal haliyle açıkta bırakılmış amfitiyatroda açık havada buluşmalar, söyleşiler ve gösteriler planlanabiliyor ve bunlara müzenin web sitesinden ulaşılabiliyor. Böylece şehrin dışında kalan kalede sergi gezmek harici etkinlikler olmuş oluyor. Bu arada yürüyerek gittiğim için kalenin olduğu tepeye ağaçlar içinde bir patikadan görmediğim ve müze girişinde bağlandığım bir yol müzenin arkasına dolaşıyormuş ve otopark da varmış. Cafénin yanında duran üzerine basamak çakılmış kaya bloğunda eğlenen çocuklar değerlendirmeye katılırsa müzenin oyun bahçesi bile var denebilir.
Tyrol ile ilgili bölümün dışındaki koleksiyon Messner’ın gittiği ekspedisyonlarda ve iletişim halinde olduğu dağcılardan topladığı objeleri, sanat eserlerini, yerel kültürlere ait heykel ve sembolik resimleri, tırmanış tarihine geçmiş faaliyetlerden malzeme ve fotoğrafları barındırıyor. Kale peyzajına dağılmış heykeller ve Tibet dua bayrakları arasından kendi temalarına sahip kulelere ulaşılıyor ve kale duvarları üzerinden kuleler arası dolaşım sağlanıyor.
Messner nereye gittiyse oranın inanışlarıyla ilgili bez çaput toplayıp dönmüş maşallah. Girdiğim ilk kule(3) dağların mistik yönü ve dağ halklarının inanışlarıyla ilgili. Çoğunlukta uzakdoğudan motif işli örtüler ve heykeller, Güney Amerika’dan maskeler var. Müze genelinde açıklamaların çoğunun sadece Almanca ve İtalyanca olduğunu, İngilizce’nin nedense sadece bazı yerlerde kullanıldığını belirtmekte fayda var. Burada dağları ilahlaştıran söz ve inanışlar açıklanıyor. Kale yapısından bağımsız duran platformların üzerinden duvarlara asılı örtülere bakabiliyorsunuz, böylece kalenin taşıyıcı duvarlarına yük binmiyor ve yapıda kalıcı iz bırakılmıyor.
Kalenin içinde bulunan bir tünel(4) mineral mağarası olarak düzenlenmiş. Alpler genelinde bir mineral ilgisi var zaten, eh, yıllarca sporculardan ziyade madencilerin ilgisini çekmiş bu dağlar. Tünelin formu bozulmadan doğal taş ve mineraller iki yana dizilmiş ve doğal nişlere yerleştirilmiş.
Kaleye hakim en yüksek kule(5) dağcılık tarihine dair objeler barındırıyor ve buradan kale duvarları üzerinden ulaşılabilen iki silindir kule de tırmanış tarihinde sembolleşmiş dağlara adanmış. Biri Alpler, Amerika ve Patagonya’daki teknik tırmanışlarda dönemlerinin ve hala çoğu kişi için en dikkat çeken hedefleri olan Eiger, Matterhorn, Dolomitler, Cerro Torre, El Capitan gibi dağlar ve buralarda gerçekleşen kilit faaliyetlerden anılara atanmış(6), diğerindeyse(7) yüksek irtifa dağcılığının ana projeleri, yeryüzündeki 8000 metreden yüksek 14 dağı, ve her kıtanın en yüksek dağını içeren 7 zirve projesine ait bir koleksiyon var.
Koleksiyonların içinde tırmanışlarda kullanılmış malzemeler ve orijinaline uygun kostumlerle canlandırılmış mankenli sahneler fotoğraf, gazete küpürü ve belgelerin arasında yer alıyor. Bonatti’nin K2’de giydiği botlar, Steck’in Eiger kuzey yüzünün ilk kış solo çıkışında kullandığı kask, kule tepesinde etrafa dizilmiş “baba”lar arasında Himalaya hatıraları, bilmemnerden ip, şurdan burdan askı istasyonda yenen menu, hatta partnerlik gibi kavramlarla dağlarda yaşananları yorumlayan sanat çalışmaları.. duvarlara asılmış, pencere önlerinde mankenlere giydirilmiş, yapıdaki nişlere ve hatta tuğlaların arasına gizlenmiş şekilde her yerdeler, kafanızı çevirdiğiniz bir köşede sergilenmiyormuş da orada takılı kalmış gibi görünen bir buz kazması ucuyla veya rüzgardan korunsun diye yerleştirilmiş 10larca yıl öncesine ait bir ocakla karşılaşmanız olası. Bu kadar sergilenen şeyin arasında belki en etkileyicisi merdiven kovanının hemen yanında duran, koridorlardan izole bir odacıktaki anma enstelasyonu. Varlık sensörüyle kapısına ulaştığınızı belirleyip bir anda Blowin’ In The Wind çalmaya başlıyor, dağlarda yaşamını yitirenlerin anısına, fotoğraflarıyla dolu duvarların arasında.
Sergileme yönteminin bir ilginç yanı da zarar verilmeden korunması projenin mimari yaklaşımının temelini oluşturan kale duvarlarına çakılı sikkelerle sarkıtılan ipler. Daha da ilginci müzeye bolt çakılmış! Bolt karşıtı Messner oldukça modern bir müze yaparken geri dönüşü olmayacak bir hasar vermeyecek bir mimarla çalışarak aslında kaleyi oldukça tutucu bir şekilde korumuş, ama o bolt neyin nesi öyle?
1100m2 alana yayılmış yapının temelinde restore edilmiş ve mümkün mertebe zarar verebilecek her türlü aktiviteden soyutlanmış bir kabuk olarak kale var. Bunun üzerine çelik, cam ve demirden birimler eklenmiş. Kulelerin içinde çelik profillerle taşınan platformları ve kendi merdiven kovanlarıyla ayrı birer yeni kule duruyor, kabuğun içinde saklanırken onun üzerindeki açıklıklara köprülerle bağlanıyorlar. Kale bir vadinin içinde kurulu ve uzun bir alanın manzarasına açık, kale olmasıyla ilgili bir durum tabii, geleni gideni görmek lazım.. bunun için kritik manzara noktalarında dışarıya açılan boşlukları olan bir dolaşım tasarlanmış, böylece müze Güney Tirol, dağlar ve bu stratejik konuma da hakim. Birimler tarihi olandan belirgin şekilde ayrılıyor ve üslup açısından kaleye dahil olmasına çalışılmamış, aksine, içeriden bakıldığında dikkat çekici, ancak kalenin dışarıdan görüntüsünü ve silüetini hiç etkilemeyecek şekilde kale duvarları arasına saklanmış. Peyzajda kırıklı duran, müdahele edilmemiş kaya yüzleri ve ana eğim çizgilerinin korunduğu izlenimini bırakan zemin doğanın dikte ettiğine saygı tavrını yapıya taşıyor. Dağı alçaltmak için ilave oksijen kullanmamak gibi; yokuş inip çıkmamak için yüzyıllardır orada duran kaleden tonla hafriyat yapmamak.
Messner eli değmişcesine tasarlanmış elemanlar görünüyor. Dağda düşük eğimli, kolay, sadece yürüyerek geçmenizin gerektiği ama ince ve iki yanındaki dik duvarlardan bakıldığında vadinin bulutların altında kaldığı bir sırt etabında dizleri titremiş herkesin aşina olduğu bir algı oyununu tanımlıyor boşluk hissi. Messner bu tanıdık hissi turistlerin ulaşamaması gerekir dediği yerlerden(imkansızı öldürmek!) evcilleştirilmiş mekanlara taşımış, müzesinde boşluklu merdivenler var! Manzaraya bakan, yüksekten geçen, altını görebildiğiniz örgü malzemeden merdivenlerde çıkarken iki basamak arasında bir yazı göze çarpıyor, yapının her tarafında yapısal olan olmayan çelik profillerin üzerine gizlenmiş diğer yazılar gibi, ama daha çok saklanmış sanki: “To live is to risk”.
Messner tırmandığı kadar da kunduz gibi biriktirmiş adeta. Çoğu obje kişisel koleksiyonundan, eh başkalarının faaliyetlerinde giyilenler kullanılanlar da toparlanmış, faaliyetlerle ilgili donanımla sınırlanmayıp kültür ve dağ halklarıyla da ilgilenilmiş. Bir yandan da dağlarda şekillenen ancak pek çok alana yansıtılabilen bir üslup söz konusu, bu mimari kararlardan bile okunabiliyor. Müze projesini benim açımdan asıl ilgi çekici hale getiren bu paralelliklerin çizilebilmesini görmek oluyor, yoksa rastgele müze gezmiyorum artık ne gerek var..
..Derken aklıma YTÜDAK e posta listesine bir ara gelen bir mail geldi, Mehmet Taşyalak diye tazecik bir hevesli olarak benim tanımadığım, Aladağlar’da tırmanış tarihinin kilit isimlerinden olduğunu öğrendiğim bir avcı. Hakkında bilgiler ve tanık oldukları, söyleyebilecekleri belgelenmeli diyordu, ben de kunduz doğalı bir insan olduğum için çok heveslenmiştim, hem tanımadığım birini bulmak hem de kaybolma tehlikesi olan bir şeyi kayıt altına almak adına. Sonra tanımam etmem, bulsam ne sorabilirim ki diye hafifledi o heves, neyse, milli parklarda müzeler faydalı şeyler, uyumlu kullanımlardır.
Müzeye Bolzano’dan yürüyerek gidip geldim, o arada oyalanırken Dolomitlerde gitmek istediğim vadiye son otobüsü kaçırmışım. Bitmeyen yazıya yazı bitti çizgisi olarak o saatte bulduğum dağlara doğru giden tek otobüsün şöförüne “beni otobüsün gittiği en yüksekteki durağa bırak” demem üzere bırakıldığım Costalgunga dağ geçidinde (1752m) kapalı bir otelin verandasının altına tulumumu serip kıvrılmadan önce soğuktan titreyerek çektiğim gün batımı panoramasını koymak isterim, müzeler adanan dağlardan bir enstantane babında. 25 Nisan 2009, müze fotoğrafları da aşağıda:
Bunları yazmak için başka yerlere de bakmadım değil:
http://www.messner-mountain-museum.it
http://www.bluedome.co.uk/messner/index.html
http://en.wikipedia.org/wiki/History_of_South_Tyrol
http://en.wikipedia.org/wiki/Province_of_Bolzano-Bozen
http://www.weinstrasse.com/en/highlights/castles/castel-firmiano.html
http://en.wikipedia.org/wiki/Reinhold_Messner
http://www.archidose.org/Aug09/17/dose.html
[embpicasa id=”5688376033958616177″]