Kafka ile Kamasutra

Kafka ile Kamasutra

-Bayan, ben hayatta iki şeye inanırım. Bir: Lord Shiva. İki: Bob Marley!

(Shiva Himalayalar’da yaşıyor sayılan uyuşturucu müptelası tanrı. Hem yok edici, hem koruyucu ve iyi şans getirici. Hindistan’da en büyük üç tanrıdan günlük hayatta adı en çok geçen olabilir- tabii Vishnu farklı isimleriyle anıldığı için yoğunluğu hissedilmiyor.. Takipçileri ibadet olarak uyuşturucu kullanabiliyor)

……

-Bayan, bilirsiniz, Hindistan’da güveninizi yitirmek kolay, kazanmak zordur. Ama bana güvenin.

_Bob Marley’e inanan bir adama güvenirim:)

Diğer turistleri toplayan taksi rikşaları atlatıp kenarda takılırken bulduğum dolmuş rikşayı kullanan kıvırcık kabarık saçlı rikşavalla işine gücüne, yanımdaki diğer müşterileri taşımaya bir yerlere gidecekti, ama pekala yanında oturan kankasının peşine takılabilirdim. Güven meselesi işte, arkadaşı için de istemişti. Hem Khajuraho’yu yaya gezmeyi planlıyordum,  onbeş kilometre filan yürüyecektim, 19-20 yaşlarındaki bu çocukların mekanlarına sırt çantamı bıraksam fena olmazdı.

Bu Khajuraho Hindistan’ın Madhya Pradesh eyaletinde-yani haritada ülkenin şöyle ortalarına doğru- köyden hallice bir kasaba. Vaktiyle hep yağmur ormanı filanmış da 18. yüzyılda bir İngiliz Beyi ormanda gezinirken burada bazı tapınaklar olduğunu görmüş. Çevreyi biraz kırpmışlar, bataklıklar, tarlalar göze çarpıyor. Tapınaklara gelince: her memleketin bir şeyi ünlüdür ya hani, buranın da Kamasutra’sı ünlü! Tapınaklar pipiden memeden geçilmiyor, azimle ve muhteşem bir kabiliyetle Chandela Uygarlığı döneminde taşa oyulmuş her biri. Aslında konunun Kamasutra olduğu tartışmalı ya, bunu hediyelik eşyacılarla tartışmak yersiz. Pozisyon zengini bir şeyler dönüyor sonuçta.

Rikşavallanın kankası Hintçe ismini nasıl olsa unutacağımı iddia ederek kendini Johnny diye tanıttı. Yakınlarda bir üniversitede geleneksel Hint sanatları okuyormuş, sonradan farkedecektim ki adeta tüm gençler orada okuyormuş, ve hepsinin hedefi benim gibi turistlerle konuşarak yabancı dillerini geliştirip rehber olmakmış. Onunla birlikte kuzeninin restoranında indim. Zencefil çayı istemem 50 metre ilerideki pazara sarı bir motosikletle Johnny’nin arkasında zencefil almaya gitmeme ve mutfağa girip beraber kökleri döverken muhabbeti koyulaştırmaya vesile oldu. Tuhaf, hala bir sivrisinek ilacı bulamadığımı, eczacıların DEET diye bir şeyi hiç duymadıklarını, pes ettiğimi söyledim, koştu bana orada tercih edildiğini söylediği bir kremden getirip hediye etti. Kendisi herhangi bir krem sürmüyor ama, bir Hindu olarak vücudunun saflığını bozmak istemiyormuş. Sivrisinek de bi’ doğa neticede. Bu arada mutfaktaki böceklere ‘çok’ diyeyazdım da, ‘akşamı gör’ demekle yetindi.

Çayı içerken Johnny’nin kuzeni telefonda biriyle kavga etmeye başladı. “Toprak meselesi. Para yani. Diğer akrabalarıma bağırıyor, toprak ailenden önemli olabilir mi?” Johnny’nin canı sıkıldı ve orada oturmaktansa bana köyü gezdirmek istedi, bence zaten Bob Marley’e inanan adamların peşine takılmak gerekirdi. Sonuç olarak kuzeninin restoranına çantamı bıraktım ve zencefil için para kabul etmedi. Sonraki sahnede köyün fayans kaplı çağdaş tapınak-sunağına bir uğrayıvermiş, Hindistan’da herhangi bir yeri tapınak yapıvermenin mümkün olduğunu ve oraya dokunulamayacağını öğrenmiş, gölet kenarında tavuskuşu bekliyorduk. Her sabah oradan tavuskuşu geçermiş de, bana da göstermek istemiş.

Tavuskuşu gelmek bilmedi. Johnny de sessiz sessiz beklemektense atlayıp zıplayarak, canlandırarak tapınakta tasfirini gördüğüm, Durga da dediği ağzı açık tanrıça Kali’nin hikayesini anlattı. Bu hikayeler de isimler de her yerde değişip duruyorlardı ya, o şöyle dedi:

-Durga çok, çok güçlüymüş. Kılıcını gördün. Bununla çok gurur duyarmış. Bir gün biri ona meydan okumuş. Ondan daha güçlü olduğunu ve gelirse onu yeneceğini iddia etmiş. Öfkeyle kendini kaybeden Durga, elinde kılıcıyla hemen kalkmış. Yolunda Lord Shiva sızmış, yerde yatıyormuş.

_Lord Shiva niye yerde yatıyormuş yahu?

-Kafası güzelmiş, o gün fazla takılmış! Durga Shiva’ya inanır ve severmiş. Ama öfkeyle koşarken onu görmeyip yanlışlıkla üzerine basmış. Bunu farkedince çok şaşırmış ve üzülmüş. Biz Hintliler şaşırınca dilimizi çıkarırız. (ağzını kocaman açıp dilini sarkıtıyor) Durga da o günden sonra hep böyle kalmış, çünkü şaşkınlığı çok büyükmüş. Heykellerde hep öyle görmüşsündür.

_Shiva şu korkulan, yokedici tanrı değil mi? Brahma ve Vishnu’yla en büyük tanrılarınızdan dediler bana hem. Üstüne basılınca sinirlenmemiş mi, Durga’yı cezalandırmamış mı?!

-Shiva Durga’nın onu çok sevdiğini ve istemeyerek yaptığını biliyormuş.

_Benim bildiğim tanrılar bu kadar anlayışlı değillerdir genelde!

Anlatacak böyle bir hikayem olmadığına üzüldüm.

……

_Her gün tavuskuşlarına bakıyorsun yani? Benim için değişik bir şey.

_Gerçi..

_Biliyor musun, benim yaşadığım yerde de eskiden tanrıların dünyadaki hikayeleri anlatılırmış.  Şeye çok gülüyorum: Hera diye bir tanrıça var, kocasını çok kıskanıyor. Kılık değiştirerek dünyaya inip takip ediyor filan. İşareti de tavuskuşu- tavuskuşunu nerede gördünüz de aklınıza tanrıçayla özdeşleştirmek geldi!

Zeus’un Hera’dan saklamak için danaya çevirdiği ve böylece Boğaz’a (Bosphorus) adını veren aşığı Io’nun hikayesini, gardiyanı Argos’u ve tavuskuşu kuyruğu gibi dizili gözlerini, aklıma gelen İstanbul efsanelerini anlattım. Boğaz’ı, gemilerle İstanbul’a gelirken görünen Ayasofya’yı, bazilikalardan yapma çarşıları, tepeleri tamamlayan cami kubbelerini tarif etmeye çalıştım. “Hindu tapınakları da dağları taklit ediyor ya, sıra sıra koniler, bizimkiler de bir nevi..”

Johnny İstanbul’a bayıldı. Yunan mitolojisi diye bir şeyi hiç duymamış,  Türk destanlarını da-Oralarda böyle bizimkiler gibi hikayeler olduğunu bilmiyordum dedi- belki deniz de görmemiştir. Ben de tanrılarla komşuluk edip yanından geçerken sunağa kahvaltımdan bir parça bırakmamıştım.

Tavuskuşu gelmedi, biz de kahvaltıya Johnnylere gittik. Çantayı bırakmamım karşılığında alışveriş yapmış olmak için kuzeninin restoranında yemek istiyordum, ama geçerken ailesi bırakmadı. Halimi görüp biz buna biraz bakalım dediler sanırım. Annesi kapının önünde gördüğü gibi dizimdeki yarayı gösterdi. Rishikesh’te tuk tuktan düştüğümü anlattım, aynı gün bir maymunun tırmaladığı kolumdaki yarayı da gösterdim. Hindistan’da yok beni maymun tırmaladı yok kafama taş attı deyince “Seni sevmiştir” diye geh geh gülüyorlar, hiç hoş değil. Maymunlar insanlara ilgilerini böyle ifade ediyormuş Johnny’nin annesine göre, o maymunla iletişimimizi bilse böyle varsayımlarda bulunmazdı.

Johnny’nin evi tipik Hintli düzeninde, koltuksuz, nemli yerlere oturuluyor. Sıcağa karşı kerpiç, terası da düz. Mufağında da kendi kuyusu var. Yabancılar bizim suyumuzdan içmiyorlar dedi de “Ver ver biz ‘Türk’e bir şey olmaz’ deriz” dedim. Taftan Çölü’nde kuyu suyu içtikten sonra insan sudan ölme ihtimaliyle ilgili kaderci oluyor..

Terasta bir şeyler yiyoruz

Sütlaç gibi ama kahverengi tahıllı bir bulamacın yanına kızartılmış bir şeyler yememi önerdiler. Kızartılmış sebzeli şeyin hatır için tadına baktım ama normalde yemek seçtiğimi, sebze yemediğimi de söyledim.

-E ne yiyorsun?

-Ee.. İnek.

-Sürekli değildir ya!

-Aşağı yukarı her gün:(

Genel içten diyalogumuza güvenip vücudunun saflığını bozmamak için sivrisinek kremi bile sürmeyen bir Hindu’ya da her gün inek yiyorum dedim ya.. Neyse, dünyanın her yerinde farklı inanışlar olduğunu bildiğini ve buna itiraz edemeyeceğini söyledi.

İnek konusunu önceden biraz konuşmuştuk bir de. Türkiye’de de “ineğe tapıyorlar mı” diye soranlar var ya hala.. “İnek, bizim için anne gibidir, öyle kutsaldır” demişti. “Bize süt verir, bu nedenle özgür olması, bir yere kapatılmaması ve saygı görmesi gerekir.” En kutsal şehirlerde “vegan”-hayvansal hiç bir ürünün kullanılmadığı bir mutfak kültürü hakim olsa da Hint mutfağında peynir, yağ bol bol var. Bunu onlara sağlayan ineğe minnet duymak varken bir ahıra kilitlemek,  vura vura gütmek, anneni karanlık bir odaya kapayıp “Süt ver ulan!” diye  arada gidip dövmek, bir ara da kesip yemek gibi. İnekler serbest ve herkes *sevap* fikriyle iyi davranmaya, bakmaya çalışıyor ama aslında birçoğunun sahibi de var. İnek kendisi ona bakılan Ashram’a, aileye vb. ara sıra gidip sağılıyor.

Evde oturup Johnny’nin abisinin Tayvanlı sevgilisinin yolladığı fotoğraflara, yaptığı elişi şeylere baktık: kartondan kesilmiş kalpler, ilkokulda yapılan panolar gibi bir aşkımız köşesi, mukavvayla yapılıp üzerine bir şeyler çizilmiş çerçeveler.. Ayrı ülkelerde de olsalar bir yolunu bulup evleneceklermiş. Güzel, tamam, haydi yolcu yolunda gerek.

Johnny tapınakları görmeye gelmem fikrinden pek hoşlanmış gibydi. “Bence çok iyiler çünkü çok ateşliler” gibi bir şeyler geveleyip duruyordu. Eh, ben de pipili tapınak görmeden oradan ayrılmamak adına Johnny’den ayrıldım ve Dünya Miras Listesi’ndeki Batı Tapınak Grubu’nun yolunu tuttum.  Yolda peşime takılan ve sadece İngilizce konuşmak istediğini söyleyen çocuklarla uğraştım, gidin Johnny’yle konuşun onun da İngilizce’si iyi deyince o bizimle konuşmaz ki dedi biri. Alanın etrafındaki çayırda dolaşırken King Fisher denen mavi kuşu bile gördüm, peşimdeki çocuk Hindistan’da bunun şans demek olduğunu söyledi.

……….

Batı tapınak grubu kasabanın içinde kalan, peyzajı düzenlenmiş, biletle girilen, en yoğun ve büyük tapınakların olduğu kısım. Orada da Agra’dan gelen trende tanışıp ayaküstü konuştuğum Hintli genç erkek grubuna rastladım, uzaktan görür görmez seslenip çağırdılar. Hindistan’da medeni ülkelerden gelen turistlerin kendi aralarında çok sosyal olmalarına karşın yoga hocası neyim olmayan yerel halkla etkileşimleri sıklıkla ‘Uff git yhaa slk’ formatında oluyor, trende insan gibi iki kelam ettiğimize sevinmişler. Trende de anlattıkları üzere kendi eyaletlerinde rehberlermiş, tüm Hindistan’da rehberlik yetkisi kazanmak için eğitim alıyorlarmış, burada da yerel bir rehberden bölgeyi öğreneceklermiş. Denek olmamı istediler. Yerel rehber onlara Hintçe anlattı, onlar bana İngilizce açıklamayı denediler.

Khajuraho Batı Tapınak Grubu

Tapınakların içi de detaylı işlenmiş, ortada bir sunak  var ve Hindu tapınaklarında olağan olduğu şekilde etrafında dönülüyor. Asıl renkli kısımsa dış cepheleri silme kaplayan heykeller. Çocukların demesine tapınak cepheleri dört kattan oluşuyormuş. Bunlar, Hinduizm’in bu mezhebinde inanılan aydınlanma yolunu, yaşamda aranması gerekenleri ifade ediyormuş ve her katta ona göre motifler bulunuyormuş. Yol kısaca şöyle:

1-Dharma: Herşeyin başı iman! Öncelikle inanma, ahlaklı olmaya gayret etme

2-Artha : İş güç sahibi olma, para kazanma, gündelik hayatını yoluna sokma

3-Kama : Arzu demek. Kamasutra “Arzunun Yolu”. Yogasutra’nın (Patanjali’nin var ya hani..) Yoga Yolu olması gibi. Arzuların tatmini- Gerçekleştirmediğin arzularından dolayı mutsuz olduğun sürece aydınlanmana odaklanamazsın dediler.

4-Moksha : Kendini bulma, kurtuluş, huzur, bütünlenme hissi

Yol Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi gibi işliyor. Bir kademe sağlandığında kişi diğerine odaklanabiliyor ve sonunda iyi ve mutlu bir insan oluyor. Temel ihtiyaçlarından doğan kaygılarından kurtulduğunda erdem yoluna giriyorsun falan filan. Başka bir anlamdaysa da ben bana Moksha’yı anlatmaya çalışan çocuklara “Tamam ya Maslow’un kendini gerçekleştirme (self actualization) dediği şey gibi, daha geç anlatılmış ama batıda da var bundan”  derken kaçırmış olabilirim.

Yerel rehber Hinduizm’in tek tanrılı bir din olduğunu dahi iddia etti. Yalnızca Shakti varmış, diğer herşey halkın ahlak üzerine, yaşamın düzeni ve toplum üzerine kavramları anlayabilmesi için uydurulmuş hikayelermiş. Kişi inanç yolunda ilerledikçe bu hikayelere gerek kalmazmış ve inanacak tek güç olarak Shakti kalırmış, tapınakların dış cephelerinde bu kadar hikaye anlatan, çizgiroman gibi işlenmiş heykel olması da bundanmış. Günlük hayatta bakanlar bunlardan ders çıkarırmış, olabildiğince grafikmiş. İçlere gittikçe yalınlaşır ve hikayeler, görsel anlatılar yerini fikirlere bırakırmış. “Ama ama.. “ diyerek Vishnu gibi dansetmeye çalıştım, komik oldum.  Anlatılınca mantıklı geliyor, ama Hindistan’ın her yerinde başka bir şey anlatıyorlar, tek tanrılı diyen başkasını da görmedim..

Dediklerine göre Kamasutra’daki cinsel pozisyon bölümü de Hint toplumunun tek eşli olmasından doğmuş. Tek partnerle uyumlu bir ömür geçirilebilmesi, sıkılınmaması için sistemli bir düzen öneren bu kitap tek eşle yapılınabilecek şeyleri zamanla tükenmemek üzere çeşitlendirmiş. Arada bir pozisyona “Atletiklermiş” demiş bulununca dört Hintli sapın “Yapması zor değil aslında, yapacak birini bulması zor” isyanına da tanık oldum.

Birkaç heykeli fotoğrafaltı açıklayayım diyorum.

Genel olarak heykellerde büyük figürler özgür insanlar, küçük figürler hizmetkar ve köleler. Ejderli heykellerde ejderin üstündeki kişiler arzularına hükmetmeyi başarmış, kontrolü elde tutan kişiler. Ejderin altında, genelde yakarır konumda görülenlerse arzularının esiri olmuş, yoldan çıkmışlar. Superego-ego-id esintileri..

Burada grup seks olayları dönmüyormuş. Aslında iki kişi varken yandaki hatunlar birleşmeden doğan enerji ve olağanüstü güçlü durumu anlatıyormuş. Cinsel organlarını tutarak bu gücü kontrol altında tutmaya çalışıyorlarmış.

Kebap bir denek olmadım, her söylediklerini sorguladım. Bir aşamada trende tanıştığım çocuklar pes etmiş, ben yerel rehberi gösterdiği bu motiflerin Tantrizm’le ilgili olduğuna ikna etmeye çalışıyordum. Adam bilfiil Hintli olduğunu, ben anlamasam da Tantrizm’in öyle bir şey olmadığına emin olduğunu anlatmaya çalıştı  ama sonra o da pes edip “tabii tabii yakınlarda Tantra tapınakları var zaten..”e geldi.

(Ufak not: Bu yazıyı İstanbul-Ankara otobüsünde yazıyorum. Fotoğraf seçerken yanımdaki 80lik teyze yerinden gözünü kısıp “Kabe mi orası?” dedi)

Bir yandan heykellerde grup seks de var sanki. Yani burada var gibi göründü bana.

Hikayeler toplumun biricik bireyleri ders alsınlar diye var tabii. Rehberin demesi, bu heykelde hayvanlarla seks yapmamamız gerektiği anlatılıyormuş. Durumun yanlışlığını utançla yüzünü kapayan namuslu vatandaştan anlıyoruz.

Tapınakların ilk şeridinde, yanında yürürken karikatür bandı gibi okuyabileceğiniz şekilde, daha küçük heykellerden hikayecikler var. Burada mesela bir kadın bir köpekle seks yapıyor, bunu görenler çok ayıplıyorlar ve gidip kralın önünde sahneyi canlandırarak şikayet ediyorlar. Hikayenin sonunda kadın kralın önünde diz çökmüş ahlaksızlığı için af diliyor, kral da bağışlıyor galiba.

Bu banttaki tüm filler karşıya bakarken yalnızca bir tanesi yana bakıyor, bu arkadaşları röntgenlemek için.

Heykellerde ne anlatıldığını açıklayan en önemli ip uçlarından biri “mudra” denilen el hareketleri. Tanrıların bilindik, kişiliklerini yansıtan mudraları var, heykeller de duygularını bunlarla ifade ediyorlar. Mesela maymundan korkan genç bir kadın yanındaki genç bir erkeğe sarılmış, ikisi de rahatsızmış gibi yapıyorlar ama el hareketleriyle alttan alttan onları birbirlerine yaklaştırdığı için maymuna teşekkür ediyorlar.

Heykeller yalnızca cinsellik değil, sosyal yaşam, zerafet, cinsiyet rolleri üzerine de dersler içeriyor. Günlük işlerini zarifçe halleden bazı kadın figürleri ünlü. Mesela bu kadın ayağından diken çıkarıyor.

…………….

Batı grubunu gezdikten sonra öğle arasında Johnny’yi göreyim, oralarda yemek yiyeyim dedim. Abisinin lokantaya bağlı internet kafesinde bilgisayar başında oturmuştu, beni görünce yanıma geldi, yiyecek bir şeyler seçip geri bilgisayarın başına geçtik. Aşağıya alınmış iki pencereden birinde “Mature housewife fucked by 19 year ol..” diğerinde de benzer çağrışımları olan unuttuğum bir şey yazıyordu.

-Eh günü porno izleyerek geçirmişsin

-Yo yo kuzenim açıp yüklensin diye bırakmıştı ondan öyle…

-Tamam canım, neyse ben bunlara bakmadan yeni pencere açıyorum:)

-İzlemek istersen izleyebiliriz tabii?

-Hayır.

Ne diyeyim. Ben de oraya Kamasutra’nın belli bölümlerinden parçalar görmeye gelmişim, en yakın arkadaşımla sevgilisine “ortak hediye eheheh” diye resimli pozisyon kitapçığı almışım. Oraya gelen herkes bunları görmeye gelmiş ya, istedikleri burada cinselliğin alenen, utanılmadan, konuşularak, çizilerek, anıtsallaştırılarak ama yabancılaşılmadan, günlük hayata faydalı herhangi bir aktivite olarak görüldüğü bir geçmişe zaman bariyerinin ardından bakmak. Belki vaktiyle burada yaşayanların *ilkel* duygularıyla ne kadar iç içe olduğu fikrine kikirdemek-ah o vahşiler yok mu! Orada yaşayan herkesse suçlu, utanmayı öğrendikleri bu şeyleri görmeye gelen ve ergen muhabbetlerinde özgürlükleriyle ilgili bir Türk’ün tahmin edebileceği fikirler yürüttükleri bu kadınlara karşı hissettikleri ‘hayvansı!’ istekten dolayı, açıkça ifade ettikleri herhangi bir cinsel duygudan dolayı, o insanlar için çekici olmadıklarından dolayı.. ah o tacizciler, o sapkınlar, o yüzyıllardır özenle medeniyet getirildiği halde ıslah olmamışlar. Öyle ki, bir sabah kalktıklarında burada bir toplumun bir binanın dış cephesine bunları işlemiş olmasından utanmayı öğrenmişler, bir başka sabah kendilerinden utanmayı, bir başka sabah bunların pazarlanabilir olduğunu, bir başka sabahsa yalnızca uzak bir geçmiştekinin istendiğini, kendi hayatlarındaki herhangi bir izdüşümününse rahatsız edici olduğunu. Bir sabah uyanmışlar ki hepsi suçlu: ten renkleri itici, yaşadıkları yerin geçmişi ahlaksız,  hem de yoksullar ki bu kendi içinde bir suç, bir de bu kadar turist neye geliyor anlaşılsa.. Herkes biliyor suçlu olduklarını da kimse tam neden olduğunu söylemiyor, tek seçenek kabul etmek. Hah bir de Hintliliğe ters ama, sürekli bir şeylere yetişmek gerektiğini görüvermişler. Yapılacak tek şey bu olmamış gibi yetişmeye çalışmaya devam etmek: para kazanmalı, turist yakalamalı, durumda bir saçmalık var ya, neyse ya işler kaçarsa? Bir de çağ var, o yakalanacak.

Peynirli bir şeyler atıştırıp (Hint yemeklerini isminde paneer yazanlar ve yazmayanlar diye ikiye ayırdım) bu sefer biletle girilen alan dışında çevrede dağınık duran tapınaklara yürümek üzere yola koyuldum. Hava saçmalık derecesinde sıcak, bataklıklar arasından elimde bir poşet, içinde su ve gazozla yürüyeyim, hem doğayla başbaşa filan diye düşünmüştüm. Ne yaparsın ki dakika başı birileri dadanıyor, yok konuşalım yok beraber gidelim diye, kovalıyorum. Bunların içinden bir bisikletli, of, gitmiyor.. Hello.. Hello.. Cevap vermiyorum; susmuyor: hello..

-Gitmeyecek misin? Rahatsız oluyorum!

-Bayan, para istemiyorum, bir şey istemiyorum, sadece konuşmak istiyorum. İngilizce’mi geliştirmeliyim. Size rehberlik yapabilirim. İsterseniz bisikletimle götüreyim sizi.

Bütün gün çektiğim ısrar, hepsi aynı şeyleri söylüyor üstelik. ‘Hayır’dan da anlamıyorlar. Gidin demek neden yetmiyor?! Dayanamadım artık:

-Yeter yahu yeter! Tek sen değilsin ki! Bitmiyorsunuz, sürekli birileri.. Tek başıma bir geziye çıktım ama hiç yalnız kalamıyorum! Ben yalnız kalmak istiyorum-git artık!

-Neden yalnız kalasınız bayan, beraber gidelim, konuşuruz..

-Ne zaman yalnız kalacağıma kendim karar vermek istiyorum ama bu Hindistan’da hiç mümkün değil! Hep birileri, hep, kurtulamıyorsun! Bıktım!

-Bayan, bence çok öfkelisiniz. Yalnız olmak çok iyi bir şey değil.

Hayatta turist rehberi olmayı amaç edinmiş ve bu konuda eylem planı her gün bisikletiyle gezintiye çıkıp turist kızlara “Hello!” demek olan Hintli bir ergenle neden öfkeli olduğumu tartışacak değilim elbette.

Yaşadığı yerde günlük programların trenin varışı ile gidişi arasında tavuskuşlarının su kenarında seyredilme saati, bisikletle dolaşma saati, dolaşmak için fazla sıcak saatler ve biraz daha dolaşma saati akışında olduğu bir ergene ne anlatayım: Hello diyen bir pipi sahibine gülümsesem ‘aranmış’ kabul edilebileceğim bir yerden geldiğimi mi? Yalnız kalabilmenin kutsandığını mı, güç gösterisi olduğunu mu? Kadın başıma başımın çaresine bakabildiğimi ve onun eşlik etmesini istemediğimi mi? Hah, sürekli insanlarla yakınlığımı kabul edilebilir şekilde yönetmek etmek zorunda olduğumu mu? Yoksa herkesi başımdan savmanın anlayamadığım dengelerle, *yanlış* anlaşılmama çabalarıyla, bir anda rahatsız edici olabilen diyaloglarla, yüz verdiğimi düşünse sonunda ne yapsam suçlu olmalarla uğraşmaktan kolay olduğunu mu? Ben de durup dururken bir şeylerden suçlu uyanıp duruyorum desem yakın hissedip musallat olur muydu? Kim adetlerine yabancı olduğu bir yerde bu kadar ilgiye tahammül etmeyi göze alabilir ki? Belki ona ayıracak zamanım olmadığını söylemeliydim: malum, onun yaşındayken bir kenarda çöküp kuş geçsin diye bekleyecek zamanım yoktu; bu sefer de herşeyden zaman çalıp buraya gelmişken tapınaklarımı görüp yoluma devam etmem gerekiyordu. Sinirleniyordum, herkesten teker teker kurtulmak yorucuydu. Ah, bunlar orada da çok farklı değildir muhtemelen ki.. Bisikletlerle alakası biraz olsa da tamamen bisikletli hayata endeksli değil neticede.

…………

İlk çevresi düzenlenip önüne gişe konmamış durağıma ulaştım. Biletle girilen tapınaklardan daha küçük belki ama daha az yoğun veya daha az etkileyici değil. Aslında, bazı açılardan daha etkileyici. Tek başına orada duruyor, etrafını otlar bürümüş. Geniş çevresindeki o boşlukla, kırsalla ilişkisi, genel peyzajıyla oranın bir parçası olarak duruyor, bir sergi elemanı değil. Burada bu da tartışılıyormuş da: Batı tapınak grubun çevresi herhangi bir yerde olabilecek bir bahçe gibi düzenlendiği için tapınaklar yerlerinden koparılmış görünüyor.

Çıkışta şöyle bir uzaktan baktım da, herşey çok acayip: Bataklık ve ufukta yükselen dağlardan oluşan peyzajı tamamlayan dağ biçimli tapınaklar, ve önlerinde pantalonunu indirmiş “Kamasutra sever misin?” diye seslenerek pipisini sallayan ergen.. Küfredip yürümeye devam ettim.

Günü merkeze uzak tapınaklara yürüyerek sürdürdüm. Jain tapınakları gördüm, derede yıkanan mandalar ve çocuklar gördüm-neşe içinde atlıyorlardı, başının üstünde taşıdığı su testisine bakarken beni farkedip gülümseyen kadınların köyünden geçtim. Trende denk geldiğim diğer turistlerle karşılaştım: Önce Koreli bir çift, sonra bir Koreli daha-o da yalnız gezen bir hatun, üstelik peşine takılanları pek kovalamıyordu ama çocuklar bıktırmadan gidiyorlardı? Sırrını bir ara yan yana olduğumuzda ikimize birden saran bir çocuk açıkladı: Koreli kızın İngilizcesi çok zayıf olduğu için iki kelimeden sonra durunca bırakıyorlarmış, ben o sinirle bağırıp çağırdıkça pratik yaptıklarını düşünüyorlarmış! Lanet..

En son o Koreli kızla gün batarken bir tapınakta tekrar denk geldik, o bana vücut dili desteğiyle tanrı Ganesh’in hikayesinin daha önce duyduğumdan çok farklı olmayan bir versiyonunu anlattı, ben de o gün öğrendiklerimi. Sonra yavaş yavaş kasabaya yürümeye başladım. Rikşavalla’mın Shiva’sını biraz daha tanımak adına bu hikayeyi de not düşmeli belki:

Ganesh kafası fil, gövdesi insan bir tanrı, engelleri kaldırma, şans getirme, işleri kolaylaştırma için özellikle yeni bir işe başlarken ona dua ediliyor. Hinduizm’de tanrıların çeşitli alametleri vardır, biri ‘taşıt’larıdır, Ganesh de genellikle taşıt olarak fareyi kullanırken görülür. Bir filin bir fareye binmesi, kulakları ve hortumu, etrafı algılama kabiliyetiyle birlikte sessizce hareket etmesi başarıya giden yolu anlatan bir takım sembolik şeyler ya, detaylarını hatırlamıyorum. Fil kafasını nasıl aldığıyla ilgiliyse birçok hikaye var, o gün konuştuğumuz Ganesh’in Shiva ve karısı Parvati’nin çocuğu olduğu hikayeydi:

Ganesh insan vücuduyla doğar ve Shiva ona annesini koşulsuz herkesten, ne olursa olsun korumasını tembih eder. Ganesh Parvati’nin kapısında nöbet tutmaya başlar. Safım benim bir gün Shiva karısını ziyarete geldiğinde onu bile içeri almaz: işini sahiplenmiş çocuk. Shiva çok öfkelenir ve benden yaratıldı demez alır kellesini. Parvati buna çok üzülür, günlerce ağlar, Shiva’ya sitem eder: Kendi oğlumuzun canına nasıl kıyarsın? Shiva sonunda Ganesh’i diriltmeye karar verir ve kafasını geri kazanmasını sağlar. Ganesh’in vücudu kalırken kafası bir kere ölmüş ve sonraki reenkarnasyona geçmiştir, o da bir fildir.

Durga hikayesine de duyduğum bu diğer hikayelerden dolayı şaşırmıştım: Shiva genelde biraz asabi gibi.

……..

Kasabaya vardığımda hava çoktan kararmıştı, mekan ve kasaba da karanlıktı. Karanlığın sebebi belliydi: milyonlarca böcek! Top top olmuş böcekler bir uğultu içinde tüm zemini, direkleri, çitleri kaplamışlar,  üzerine az da olsa ışık düşen her yerde altlarında hiçbir şeyin görünmediği, birbirlerinin üstüne çıktıkları bir yoğunluğa ulaşmışlardı. Uçabilen başka böcekler açık olan her ışığın etrafını sarmışlardı. Bir filme kıyamet senaryosu olabilecekken süpersonik ultrahipermatik silahlar bir yana, insanların böcek ilacı kullanmayı dahi reddettikleri bir yere denk gelmiş olağanüstü bir böcek istilasıydı. Tüm kasaba köşelere sinmiş, ışıklarını kapatmış, adeta işgalci böceklere karşı ölü taklidi yapıyordu. Bir afet durumu, kitlesel kriz gibi görünen halse her yaz akşamı olağan şekilde tekrarlanıyormuş.

Yürürken ayağımın altında kalan böceklerden gelen kıtlama ve ezilme seslerini yok saymaya çalıştım. Arada basılabilecek boşluk bulmak mümkün değildi. Belki yere bakmasam ve başka şeyler düşünsem.. O gün gördüğüm Jain tapınaklarını değil, yürürken yanlışlıkla bir karıncaya basarak dahi olsa bir canı incitmekten korktukları için süpürgeyle dolaşan ve sürekli yollarını süpüren o insanların inancını değil.. Metamorfoz zaten değil.. Düşünecek başka ne var ki? Her akşam böceklerden bir halıda yürümenin bir kasabanın gerçeği olabileceğini kabul etmek?..

Sonunda Johnny ve çantama ulaştığımda Johnny’nin kal ısrarlarına rağmen toparlanmaya başladım. Tren geceyarısına doğru gidecekti, birkaç saatim vardı. İlk iş yanımda yolda tanıştığım insanlara hediye etmek üzere taşıdığım Türkiye kartpostallarını çıkardım, Johnny “Güzel sarışın bayanı”: dansöz kıyafetli Ahu Tuba’yı ‘senden’ diye sıkıca tutarak hatıra olarak seçti. Hamamda birbirini elleyen adamlar konulu kartı seçmesini beklemiyordum ya onu da alsa iyiydi, İran’da Pakistan’da o kartları taşımak beni sağlam germişti ve bir türlü elden çıkaramıyordum-niye getirdiysem!

Johhny de gündüz erkek arkadaşıma atmaya kart seçeceğim deyince bana akşam bakalım demişti, hediye bir öbek kartpostal almış. Ne olduklarına bakmama izin vermedi, utanırmış, gittikten sonra açarsın diye sarmış. Çok ateşliler diye belirtti. Birkaç genel manzaranın yanında iddialı pozisyonlar çıktı gerçekten.

Restoranın kapısını kapatmış, böcekler içeriyi doldurdukça kenara kayıyorlardı. Kayacak yer kalmayınca, zaten bu koşullarda müşteri filan da geleceği olmadığı için, mekanı kapattılar. Biz de Johnny’nin arkadaşlarının çalıştığı bir otelin terasına gittik, yüksekte olduğu için en azından kaldırımı kaplayan böceklerden daha az olur demişti. Ancak o böcekler birbirlerinin üstüne çıkarak direkler ve merdivenler aracılığıyla teraslara da çıkabiliyorlar. Neyse, karanlık merdivenlerden karanlık bir terasa çıktık, Johnny ve arada işlerine gidip gelen arkadaşlarıyla tren saatini beklemeye başladık. Çay ikram ettiler tabii ki. Johnny kalırsam yakınlardaki milli parka kaplan görmeye gidebileceğimizi söyledi, ama hem mevsimi değildi milli parkın çoğu kapalıydı, hem de kaplana yalnızca arkasından yaklaşılabiliyor önünde durulursa saldırganlaşabiliyor-poposuna bakmaya mı gideceğim yahu? Yakınlarda timsahların olduğu bir yerden bahsetti, bisikletle arada gidermiş, gör dedi, ı-ıh. Milli parklar muson zamanı büyük oranda kapalı olduğu için istediklerime gidemediğimi söylemiştim, olurunu arıyordu ya, benim aklım Uttarakhand’da kaçırdığım tembel hayvan görme fırsatındaydı: hayatımın hayvanı yahu! ‘O zaman nerede çok zaman geçireceksen oraya geleyim tekrar buluşalım’ dedi, bunun fazla olduğunu söyledim.

Arada ufak bir ışık oyununda çayıma birkaç böceğin düşmüş, yüzüyor olduğunu gördüm. Usulca kenara koydum. Johnny bunu farketti, neden daha içmediğimi sordu. ‘İşte böcekler, sütlü çayı zaten pek sevmiyorum’ diye bir şeyler mırıldandım. Böceklerden rahatsız olmam gerekmediğini, zararsız olduklarını söyledi. Artık dalga geçtiklerini düşünmeye başlamıştım. Arkadaşı bardağımı kapris yaptım diye cıkcıklayarak götürürken istersen yenisini getirsinler dedi: ‘Yok, yani, böcekten değil de, sütlü çayı pek sevmiyorum sütsüz kaynatmakla uğraşmasınlar şimdi..’

…….

Akşam ortalıkta rikşa kalmadı, gara gitmek için Johnny’ye sabahki rikşadaki çocuğu arattım. Marijuana ibadetindeymiş, kafası fazla iyiymiş, babasını yollamış. “Babası kafayı bulmasına kızmıyor mu?” dedim, “Beraber takılıyorlar ama babası daha az içmiş, rikşa kullanabilir durumda” cevabını aldım.

Giderayak (İnternet kafede fotoğraflarımı aktarırken Facebook’ta ekleşme vesilesiyle!) Johnny’nin gerçek ismini de öğrendim: Sumit.

-E kolaymış, yani bir Apu Nahasapeemapetilon değil.. Neden söylemiyorsun ki? Johnny’den zor değil

-Unutulur diye

-Niye unutayım, “summit” gibi işte, dağların zirveleri hani..

-Değil.

Moksha da Maslow’un teorisi gibi değil,  “kama”nın terbiyesi de “id”in kontrolü gibi değil, durumlar da Kafka hikayeleri gibi değil; ben alıştığım kadarını anlıyorum, anladığım kadar anlatıyorum.  Nihayetinde “gibi” ne yahu? Hiçbir şey başkası gibi değil, herşey yalnızca kendisi.

Bu arada Sumit’le artık facebook arkadaşı değiliz, profili kapandı, yanlışlıkla duvarına abuk subuk şeyler düşürdüğü için olabilir?  Elde var e-posta, yeni yıl kutlamaları filan.. Kalktım Varanasi’ye gittim oradan, aşağıda da Temmuz 2011’den daha fazla Khajuraho fotoğrafı:

[embpicasa id=”5711266918033095057″]