Zagreb’de Sanat Galerilere Sığmıyor

Milano’dan İstanbul’a yılbaşı için ailemi görmeye kara yoluyla, Balkanları geze geze gideyim demiştim, yazdıkça oraları 2008 Noel Balkan Turu diye etiketliyorum.

 

Lubyana’dan bindiğim trene Sloven-Hırvat sınırında  AB dışına çıkacağımız için polisler köpekleriyle doluştu. Pasaport kontrolleri, göz süzmeler, şüpheyle kesmeler, bagaj koklatmalar sonrasında yine bana “o kadar da Balkan değil” gelen bir ülkeye girdim. Slovenya Avrupa Börek Sınırı’nın İtalya’dan sonra başladığını göstermişti; yüzey alanından mıdır nedir, Balkan sayılmak için yeterince parçalanmamış diye değerlendirdiğim Hırvatistan da sınırın ötesinde bir Balkan ülkesiydi bu durumda. Durumu couchsurfing aracılığıyla evlerinde kaldığım kızlar da onayladılar.

img_5861Ben Ines’le iletişime geçmiştim, kendisi 83’lü, bir gazetede kitap değerlendirmeleri yazıyormuş. Öyle kayda değer bir şey değil dedi, çoğu zaman yayınevlerinin seçtiği kitapları okuyup küçük bir köşeye yetiştiriyormuş, o gün elinde olan cinayet romanı güzelmiş. Ev arkadaşı ise 87’li Tea, sanat okuyormuş. Ev renkli kalemler ve Tea’nın kompozisyonlarıyla dolu. Bir de Tea’nın köpeği Bosko var, kendini dişi bir kedi sandığı yönünde önermeler mevcut. Slovenya’dan geldiğim için onları çekiştirmeye başladılar: “Kendilerini Avrupalı sanıyorlar, halbuki pekala Yugoslavya’dan koptular ve Balkanlara aitler! İlk kopan da onlar oldu, hep batıya yanaşmaya çalışıyorlar!”. Peki Hırvatlar-kravatlar? Onlar da bir Balkan halkı tabii ki. Slovenlerin öyle değilmiş gibi yapmaları komikmiş, hatta Hırvatistan’da çoğu “Slovenya öyle küçük ki..” diye başlayan birçok Sloven esprisi varmış. Bunları konuşurken arada Tea neden benim couchsurferim olmuyor diye isyan etti. Ines “bana ne benim profilimden geldi senin profilin yok” dese de ben Zagreb’den nereye gitsem derken “benim memleketim Split, beraber gidelim” deme üstünlüğüyle Tea beni ağırlama konusunda baskın çıktı ve bir sanat öğrencisiyle Zagreb enformal sanat turuna çıkmama zemin hazırlanmış oldu.

Bir süre Zagreb’de yalnız dolaştım. Çoğu Balkan şehri gibi keskin sınırları ve belirgin çatışmaları olan, üzerindeki izler ve hasarlar turist gözüyle bile seçilebilen, makyajla kendine yeni hatlar çizmemiş bir şehir. Batı Avrupa turistik kent merkezlerinin kusursuzluğunun yerinde sevimli ve estetik, ama yalanı olmayan bir doku var. Kızların evi “yüksek şehir” ile “aşağı şehir” arasından geçen uzun cadde ve tramvay hattının sonunda, Yugoslav bloklarının olduğu bölgenin başlangıcında. Burada altyapı insandan büyük, caddeler köprüler ve kavşaklar arasında yol bulmak zor, binalar gri ve badanasız ve yüksek. Birkaç adım ileride bazıları köhnemiş, ama nitelikli, tahminen 19. Yüzyıl yapılarıyla çevrili bu caddeye ulaşılıyor. Caddenin yukarısı kentin zengin bölümü olan asıl tarihi merkezi, yüksek şehir. Eğimli arazide kurulmuş ve sokaklar dar, yapılar insan ölçeğinde-küçük, ama tarihi yapılar ve sokaklar bakımlı olduğu için lüks görünüyor. Aşağıdaki yeni şehirse büyük kütleli 19. Yüzyıl yapılarıyla dolu, çeperlerinde sosyalist dönem blokları görünen, bulvarlar ve büyük parklarla parçalanmasından güçlü bir rejimin elinin değdiği okunabilen(merkezde bu kadar alan kamulaştırma her yiğidin harcı değil), düz arazide geometrik planlı, hoş ama yukarı şehirden belirgin şekilde farklı bir yer. Kocaman, karışık bir otogarı var mesela, buranın batısındaysa otogarlar genelde az firma tarafından organize ediliyorlar ve tren ulaşımı daha baskın. Tito adı her yerde, caddelerde, meydanlarda-hoş, özellikle Tito’yla ilgili ne var diye bakınmadım diyemem. Bir meydanda komünizm anıtı var.  Bir yandan da şık butikler, Hırvatların ünlü pasta ve krem şantilerini yapan pastaneler, uluslararası markalar, Lubyana’ya göre çok sönük de olsa Noel süsleri ve bir alışveriş havası var. Büyük anıtsal akslar çeperlere doğru uzanıyor, buralarda kamu yapıları ve özellikle müzeler, kütüphaneler, sanat galerileri var, Zagreb dev kültür yapılarıyla tanınabilecek bir kent. Aralarındaki açık alanlar ise meydanlar ve parklarla bağlanmış. Aksların sonunda başlayan daha yeni bölgede yeni yapılaşmayla planlı bölgeyi ayıran adalardan bazıları artık atıl durumda olan kamu yapılarına ve fabrikalara ait, gezimizin duraklarından biri burada olacaktı.

Civciv sarısına boyalı kısa saçları ve kırmızı ceketiyle bekleyen Tea’yla buluştuğumuzda ilk sorduğu yemek için önerdiği cafelerden birine gidip gitmediğimdi. Bahsettiği alanı dolaşmıştım, Asmalımescit gibi bir yerdi, küçük, tarzı olan yerler vardı- yukarı şehir solda kalınca ileride kalan bölge, katedrale ve pazara yakın. Oraya gitsem de bütün günümü pastane mamülleriyle beslenerek geçirmiştim, hele aylarca İtalya’da kaldıktan sonra börek ve benzeri tanıdık hamurişi olan coğrafyalarda insanın gözü normal yemek görmüyor. Zaten sonra kesin denemelisin dediği tatlıdan yedim, kat kat krem şanti, bayağı kötü. Tea da baktı ben tam bir midesizim, gezme konusunda dönüldü, akşam bahsettiği sanat etkinliğinden önce bir şehir turu da ben yaptırayım dedi.

[embpicasa id=”5688704192220209329″]

Tea’nın şehir turu Filjio  rumuzlu sokak sanatçısının çalışmalarının izini sürüyor. Filjio’nun  kim olduğunu o biliyor ama arkadaşı değil, onun fakültesindenmiş, birkaç yıldır sokaklarda yaptıklarını takip eden bir kitlesi varmış. Çalışmaları farklı stil dönemlerinden oluştuğu için bakıp yaklaşık tarihini söyleyebiliyor. 5 veya 6 dönem saymıştı, son işleri ise Filjio olarak değil, Puma34 olarak imzalı ve öncekilerden oldukça farklı, bazı işleri de imzasız ama ayırdedici özelliklerini bilen biliyor. Başta basit karakterler hazırlayıp çeşitli yerlere rumuzuyla çizmiş ve adı farkedilmeye başlamış. Sonra şehrin hasarlı bir bölgesinde yapıların kırık dökük kısımlarını zemin olarak kullanmaya ve figürlerle tamamlamaya başlamış. Doğrudan duvara çalışmayı bıraktığında taş baskı ve çeşitli mürekkep aktarma tekniklerini denemiş, zemin olarak yapışkanlı kağıt ve gazete yapraklarıyla çalışmış. Ben gezerkenki son döneminde ise kolajlara başlamıştı, üzerinde kesilmiş yazı parçaları olan kolajları hazırlayıp kamusal yüzeylere yapıştırıyormuş. Adı artık iyice duyulmuş ve sokak dışında medyalar da kullanıyormuş sanırım. Şimdi google’dan baktım, web sitesi varmış, çalışmalar benim gördüğüm son döneme benziyorlar ama yazı oranı artmış gibi. ( http://www.filjio.com/ )

Sokakları arşınladıktan sonra asıl etkinliğimize giderken gördüklerimi konuştuk. “Bir geçidin altında, sokağın kenarına adak köşesi yapmışlar, insanlar mum yakıp dua ediyorlardı, bir yandan da edecek duası olmayan veya acelesi olanlar yanlarından geçiyordu” dedim. Bir açık hava –sokak kilisesi gibiydi, evden işe giderken durup, Meryem’le biraz bakışıp devam edebileceğin küçük bir geçit. Bana bir kavramsal sanat uygulaması gibi geldiğini söyledim, bu kadar ayakaltı bir yerde ilahi atmosferin içinden geçip gitmek sıradışıydı, hele yol kenarında kilise neflerindeki gibi dizilmiş banklarda dua edenler az değildi. Ben sadece burayı görmüş ve şaşırmıştım, ama Tea böyle birçok sokak dua köşesi olduğunu söyledi. “İşe giderken iki dua edip yoluna devam edersin”. Hırvatlar gelenekçilermiş ona göre. Mareşal Tito Caddesi, Faşizm ve -anlamadığım bir kelime- Meydanı gibi birçok yer gördüğümü söyledim. Yakın tarihte radikal değişimler yaşamış toplumların geçmişlerine daha yabancı durmalarını bekliyorum nedense. Sonuçta yeni rejimlerin eskilerin izlerini silmeye çalışmaları olağan bir durum, Türkiye’de farklı kanatlardan partiler  yerel yönetimlere geçtiklerinde bile öncekinin altyapı vb. projelerini yarım bırakıyorlar ki diğerine kredi gitmesin.. Tea’ya göre Hırvatlar da ağır bir travma dönemi yaşamışlar, ancak yeni yeni, geçmişi tüketme trendine girmişler.

Bir ayakkabıcı vitrini önünde durduk, harika lastik ayakkabılar vardı. Markaları Startar, Tea buranın Converse’i gibi, çok moda dedi, ayağında kendi Converse’leriyle.  Yugoslavya zamanında üretilen tek lastik ayakkabı tipi buymuş, halka dağıtılıyormuş, beyaz olanları orijinallerine benziyormuş. Yugoslavya dağıldıktan sonra herkes tepkiyle bunları bırakmış, ta ki bir iki yıl önce yeni bir logoyla tasarlanıp değişik renkleri üretilene kadar. Bir de tasarım ödülü almış galiba. Değişik malzemelerden, aksesuarlarla yapılmış olanlarına baktık, Tea bir klasik beyaz keten bir de renkli istiyormuş. İstediğin renklerde sipariş verebiliyormuşsun, veya daha moda olanı düz beyaz keten alıp kendin değiştirmekmiş. “Çok acaip, marka basılıp renklisi yapılana kadar kimse bunlardan görmek istemiyordu, ailemde de vardı, hepsini attık. Şimdi bunlardan alabilmek için para biriktiriyorum.” Üzerinde kocaman bir fiyonk olan mavi süet ayakkabıyı beğenmiştim gerçekten, “Yanımda yolumu tamamlayacak para olsa alırdım” dedim, “Gerçi düz tabanlı ayakkabılardan hiç hoşlanmıyorum, tabanlarım yüksek, hem bunlar çok ince, taş bile batar ayağına” diye ekledim. Tea’nın düz ve ince tabanlı ayakkabılarla yürüdüğü zemini hissetmekten ne kadar hoşlandığını konuşa konuşa devam ettik, nerede olduğunu, kaldırımı, asfaltı, toprağı, nasıl bir yere dokunduğunu hissetmeyi sevdiği için Converse giyiyormuş, çıplak ayakla her yüzeye basmak istiyormuş..

O gün Tea’yla buluşmamızın asıl amacı “Dokun Bana Festivali” (TouchMeFest) diye bir etkinliğe gitmekti. Studentski Centar denilen, Balkan ülkelerinde, özellikle Hırvatistan’da yaygın olan, anladığım kadarıyla İtalya’daki Centro Sociale’lere benzeyen (bunlardan Latin Amerika’da falan da varmış sanırım) yerlerden Zagreb’de olanındaydı. Centro Socialeler kentlerdeki eski fabrika yapıları ve boş yerlerin ele geçirilmesiyle yasal olarak mülkiyetlerine sahip olmayan kişiler tarafından sanat ve etkinlik merkezleri olarak işletildiği mekanlar, böyle bir yerde kütüphaneden sanat galerisine, konser salonundan tırmanış duvarına birçok şey olabilir, sol eğilimli yerlerdir ve arkadaşlarla buluşmaya herhangi bir saatte gidebilir, bir fikrin varsa uygulayabilirsin. Gönüllülük ve müdavimlerin emek-para katkılarıyla sürdürülür. Studentski Centar’ların yasal durumunu bilmiyorum, mesela Milano’daki Centro Sociale’mizi belediye yıkmaya çalışıyordu ama Studentski Centar bir şekilde kamu kuruluşlarının iznine sahip olabilir-öğrenci yeri olmasına dayanarak tahmin ediyorum bunu. Kullanım açısındansa benziyorlar, öncelikle yapı tren istasyonu yakınlarında, benim yanından geçip atıl sandığım, graffitiyle bezeli ve demir tellerle çevrili bir arsada. Kent merkezine bu kadar yakın bu kadar geniş bir arsanın köhneyebilmesine şaşırmıştım. Tea çitlerin arasında bir açıklıktan girdikten sonra tüm binaları şurayı arkadaşlarla şöyle yaptık, burayı bizimkiler düzeltti diye gösterdi, tiyatro ve film gösterimi yaptıkları bir yer, çeşitli atölyeler ve dersler için alanlar, biri 10 m3’lük bir küp olmak üzere sergi alanları var. Birinde onun üzerinde çalıştığı bir şeye baktık ve Dokun Bana Festivaline geçtik.

[embpicasa id=”5688704514156709809″]

Festivalin sloganı “İyi Hisset”. Bireylerin birbirlerine ve kendilerine yabancılaşmaları yüzünden dokunma duyumuzun tatmin edilmediği hayatlar sürdüğümüz önerisi üzerine interaktif uygulamalar, etkinlikler ve farazi ürünler var. Festivale katılım uluslararası. Sergilere göre insanlar ne birbirlerine, ne de cisimlere yeterince dokunmuyorlar ve bu gerginlik toplumu ayrıştırıyor, dokunmak gibi iyi hissettiren normal bir iletişim aracı marjinalleşiyor. Girişte yemek kokularını takip edip, Tea’nın akşama yemek servis etmeye hazırlanan arkadaşlarının meyve sebze doğradıkları tezgahta biraz durup, muhabbet edip, üzerinde “burama dokun” (touch me here) yazan stickerları kıçımıza başımıza yapıştırıp siyah perdelerle ayrılmış koridorlardan oluşan sergiye girdik.

Sergi çok oyuncaklı, eğlenceliydi. Koştura koştura ürünleri kurcalamaya başladık. Çoğu şey gerçekten çalışmak üzere tasarlanmıştı,, bazıları bozulmuştu ama genel olarak interaktif bir sergi olarak düşünülmüştü. Bir makineye dokunuyorsun, “mutsuzluk seviyeni” anlıyor, ve ona göre belirlediği miktarda dondurma veriyor. Bir odaya giriyorsun, yerde kaldırdığın tozlar ışıkta parlıyor, izlerini görüyorsun. Bir tübe yatıyorsun, bir sürü el gibi şey hareket etmeye başlıyor, masaj yapıyor. Böyle oyuncakları kurcalayalım derken Tea’yla tuhaf bir samimiyet haline itildik. Neymiş, bir yelek giyiyormuşsun, street fighter oynamak için gereken tuşları masaj için sırtında çeşitli noktalara dağıtmışlar, böylece insanları yalnızlaştıran bilgisayar oyunlarından oynarken başka birine dokunmuş ve masaj yapmış oluyormuşsun. Denedik oluyor. Ya da araya ince bir şey koyup öpüşür gibi yaparsan küçük elektrik akımları geliyormuş, niye elin Hırvat hatunuyla öpüşüyorsam.

Oyuncakları biz bayağı denedik ama bir iki tanesini atladık. Bir tanesinin adı “artgasm”dı, anatomik olarak bize uygun değildi: erkekler için uyarılmadan ejakulasyon sağlayan bir şey geliştirmişler. Arkada bir odada denenebiliyor, sadece bel ve diz arasını alacak şekilde deneyenler videoya da çekiliyor ve öndeki odada bu video da farklı zamanlarda karıştırılarak gösteriliyor (bu bloga testis fotoğrafı koymama da vesile oldu böylece). Gösterimin olduğu yerden çıkarken arka odadan çıkan 3 çocuğu gördük, “a çıktığınız yerde ne var eheh” dedik, tedirgin bir tonla “bir şey yok, gerçekten” deyip yere bakarak uzaklaştılar. Denemediğimiz diğer şey de bir tür kostümdü, adı “Tanrı sizi seviyor” mu neydi. Siyah bir tulum yapmışlar, omuzlara ve karın bölgesine dokunmatik sensörler koymuşlar. Bunlar haç şeklinde dizili, dokununca istavroz çıkarılmış oluyor. İstavroz çıkarınca kasık çevresinde bulunan küçük titreşim noktaları ve tulumun içindeki dildo çalışmaya başlıyor. Öyle bir şey, kullanmak serbestti ama hijyen açısından prezervatif kullanmak gerektiği uyarısı vardı. Yanımızda yoktu ama olsa da denemeyecektik galiba.

Tea aynı şehirde yaşasak görüştüğüm biri olurdu herhalde, Couchsurfing’den tanışıp da sonra iletişim kurduğum, facebooktan ekleştiğim az kişiden biri oldu. Zagreb’den birlikte ayrıldık ve tarihi saray bölgesinde insanlar yaşadığı, turistik tesislerden ibaret olmadığı için çok sevdiği memleketi Split’e tren yolculuğunu beraber yaptık. Hırvatistan’da yalnızca gece trenlerine evcil hayvan alınabiliyormuş, anlaşılamaz derecede yumuşak tüylü muhteşem köpeği Bosko ayaklarımızın altında yatarken termosumdan meyve çayı içip karşımızdaki çantası kendinden büyük Amerikalı kızla lafladık. Hem iyi şehir rehberi, hem iyi yol arkadaşı oluyormuş kendisinden.

 

Bunlar da 2008 Noel’den bir takım az süslü Zagreb fotoğrafları:

[embpicasa id=”5688703476560168577″]

 

Aynı geziden başka yazılarSırpça, Arnavutça ve Türkçe PrizrenAvrupa Börek Sınırı