Tebriz’de Konak Oldum Gülbaba Alnımdan Öptü

Tebriz’de Konak Oldum Gülbaba Alnımdan Öptü

Bize konak olun. İlla ki olun. Yolunuzun üstü değilse gelin, mesela Yezd’e gideceğinize Erdebil’e gelin.  Azeri misafirperverliği bunu gerektirir: İstanbul-Aksaray’dan direkt İran’a giden otobüsümüzde çoğunluğu İranlı Azeri olan diğer yolculardan öğrendiğimiz ilk Azerice sözcük konak oldu, misafir demek.

Kıvrak manevralarla rotamızın hiçbirinin evine uğramadığını açıklayıp davetleri savdık. Sevgili ve ben bu seferlik toplu taşımaya bağlı olan gezimizde turistik birkaç şehre kısa kısa uğrama, bir dahaki sefere motosikletle gelip Kuzey İran’da daha sağlam gezme niyetindeydik. Telefonlar alındı verildi, İstanbul’da Aksaray dışındaki eğlence mekanlarından birkaç yer önereceğimize dair sözümüz alındı.

Tebriz’de de otobüsten birinin olmasa da Couchsurfing’den birinin evinde kalacaktık. En fazla 28 saat sürer denen yol gümrükte beklemeyle 36 saat sürünce gece yarısı varmamızla otobüsten de yardım kabul etmeden ayrılmamış olduk: Kuyumcu bir amca oğlunun indiğimiz yere getirdiği arabayla bizi Couchsurfing evimize kadar bıraktı, ev sahibimizle de telefonla konuşup buluşmamızı sağladı.

otobüs köprüden geçerken son kez boğaza bakan iran yolcuları- önümüzdeki amca bize ilk tarçınlı çayımızı ikram etti

otobüs köprüden geçerken son kez boğaza bakan iran yolcuları- önümüzdeki amca bize ilk tarçınlı çayımızı ikram etti

Ev sahibimiz bizi şehir merkezinde İngilizce dersi verdiği bir yerde ağırlayacakmış. R. benimle yaşıt (24), uzun boylu, İranlı erkeklerin genelinin aksine şık bir çocuk- İran’da genç erkekler süslü, ama burada apaçi dediklerimizin tarzı onlara normal görünüyor galiba. Salomon arazi koşusu ayakkabılarını girişte çıkardı, ince ve atletik yapısına uygun üst başı ve kemik çerçeveli gözlükleriyle geçti karşımıza oturdu. Ben yol boyunca sıcağa rağmen giymek zorunda kaldığım uzun hırkamı çıkarmadım, sonuçta İran’daydık ve karşımdaki yabancı bir erkekti. Laf lafı açtı ve çat diye Ateist olduğunu söyledi. Agnostisizm için de “eskiden öyle derdim, şimdi korkaklık olduğunu düşünüyorum” dediği noktada ben mekanın iklimlendirilme durumuna uygun giyinme seviyesine inceldim.

Şık ev sahibimiz bir yandan türlü konuyu eşcinsel haklarına bağlıyordu. İran’daki sistem bunu tamamen dışlıyor, Türkler demokrasilerinin kıymetini bilmiyor: mesela kolayca eşcinsel evliliğini yasal olarak kabul ettirebilirsiniz neden yapmıyorsunuz? İstanbul’da bir gay bara gitmiş, böyle imkanlarımız varmış. Açık sözlü çok, ve konuyu arada sırada gündeme getirdi, ama kendi tercihlerini sormadım. Tersine gelinince sert de çıkıyor, Atesit değil Agnostik olma konusunda katı oluşu gibi.

Fazla eşya yoktu, biz de yere serdiği bir matta kaldık. Almanya’ya taşınmak için öğrenci vizesi bekliyormuş ve eşya almıyormuş. Azerice Türkçe geçişleri zor geldikçe İngilizce’ye atladık. Mükemmel İngilizce konuşuyor, aksanı o kadar doğal ki grameri “fazla” düzgün olmasa İranlı olduğunu unutabilirim! Özellikle daha önceki misafirleriyle konuştuğunu tahmin ettiğim İran, rejim, tarih konularında konuşurken cümlelerini yazılı metin gibi kurguluyor, paragraf bitiş-başlangıçlarını tonluyor. Arada İtalyanların söz arasında bizim “ya, işte” dememiz gibi kullandıkları bir ünlemi kullanması dikkatimi çekti, başka diller de bildiğini ve hepsinden bir şeyler kaptığını öğrenmiş olduk.

Bulunduğumuz odada duran beyaz tahtada “yemişem: i have eaten; yedim: i ate” yazıyordu.  Ev sahibinin öğrencileri için yazdığını düşünmüştük, ama diğer misafiri içinmiş. Bizimle beraber bir Türk çocuk daha vardı; “Böyle yemişem etmişem deyince köylü gibi konuşma dedim!” dedi. R. de köylü gibi değil, Azerice konuştuğunu ve bu iki kipin farklı olduğunu açıklamaya çalışmış. Bunun üzerine Azerice zaman ifadeleri üzerine bir konu açıldı, bir dil öğretmeni olarak sayılarla konuştu: Azerice’de 28 mi 29 mu ne kip varmış. Bizden daha fazla bileşik zaman kullanıyorlar ve bizim kullandığımız bazı kipler farklı yerler buluyor, özellikle geçmiş zamanın rivayetini tartıştık ve nedense o ara “bu karpuz *sancılandıranlardanımış* sözüne çok güldük. Bir yandan da Linguicide (Dil-Katli) adını verdiği bir şey yaşadıklarını söylüyor. İran’da 26 milyon Türk yaşıyormuş, Doğu ve Batı Azerbaycan adlarında iki eyalet var- Kürdistan ve Belucistan gibi başka etnik çoğunluğa göre adlandırılmış eyaletlerle birlikte. Üstelik ülkenin kuzeybatısında kendi de söylediği gibi önce Azerice konuşuyor, nadiren anlaşılmazsa Farsçaya geçiyor. Tahran ve başka birçok yerde de Azerice çok yüksek oranda anlaşılıyor, Azerice televizyonları, sahiplendikleri futbol takımları (traktör okunuyor) var. Azerice Pars eşek demekmiş ve Persian kelimesine ithafen Azeri takımıyla Persepolis gibi büyük Farsi kulüplerden biri maç yaptığında onlar karşı taraftara “eşekler” der, diğerleri de onlara kurt gibi “uludukları” için “köpekler” derlermiş. Tüm kimlik sahiplenişlerine rağmen, Farsi yönetimde bir ülkede yaşadıkça asimilasyon kaçınılmaz oluyormuş. Yeğeni için “Şöhreti benim atamındı, ama Türkçe konuşamıyor” diyor-benim Azerice dememe bakmayın, o Türkçe deyip geçiyor. Yeğeni de abisinin soyadını alsa da, annesi Farsi olup yaşadıkları yer de İran olunca anadili Farsça olarak büyüyormuş ve kendisi gibi iki anadili olanların (Bilingual) sayısı giderek azalıyormuş.

R. bizim yattığımız odada plastik bir varilde şarap yaptığını göstermesiyle de dikkatimizi çektiği üzere mevcut İran rejimiyle pek barışık değil. Bir abisinin anlamsız dediği Irak Savaşında öldüğünü, bir diğerinin önceki seneki Yeşiller olaylarında hapse atıldığını söyledi. Kendisi de dolu, devrim, İran halkı, Türkiye ve Atatürk üzerine konuştuk. İran’dan başlayan bir tünel kazıp dünyanın merkezini geçerek Amerika’ya ulaşmayı ciddi bir proje olarak görecek kadar çığrından çıkmış fikirleriyle Şahlardan başladı, mollaların rejiminin çöken önceki rejimin ardından nasıl bir kaos ortamında baskın çıktığına devam etti. İran halkının devrimciliğine hep beraber bağlandık ve bunun da kalıcı olmayacağına, eninde sonunda insanların sorunlara baş eğmektense değişim için tabandan başlayan hareketleri sürdüreceklerine geldik, ancak mesela 5 yıl gibi kısa bir vadede bunun olamayacağı kanaatinde.  Atatürk’ü örnek alan Şah için de “Atatürk Laiklik derken onun hatası Sekülerizm’i uygulamaya çalışmaktı” dedi ve Laik kelimesini ayrı kullanarak Sekülerizm’in bir uygulama dalı olarak değil, ayrı ve Atatürk’e ait bir kavram olarak andı. Bizim Türkiye’nin tabandan çıkacak devrim potansiyeli konusunda İran’dan farklı durumda olduğu fikrimiz şu bu derken 36 saat yolun yorgunluğuna rağmen farketmeden sabah 4:00’ü etmişiz. Bir baktık R. ile bizden önce tanışıp konuşmuş üstelik yorgun olmasına karşın nezaketle bizimle oturan diğer Türk çocuğun esniyor, uyku vakti dedik. R., bizden daha fazla konuşmak için bir gece daha kalmamızı istedi ama programımızı değiştirmedik, gündüz görüşmek istedik ama iş programı yoğundu. Yine de saat 16:30 18:30 arasında bulunduğumuz yerde boş zamanı olabileceğini söyledi, bir bakıma randevulaştık. Bize aramızda organize olmamız için bir set anahtar bıraktı ve evine gitti.

Diğer misafir konuştuğumuz odada kanepede yatmayı tercih edip arka odayı bize bırakınca evli olmayan bir çift olarak İran’da ilk gecemizde başbaşa da kalabilmiş olduk, hoş sonraki tek konaklamamız olan İsfahan’daki hostelde de hiçbir şey sormadan iki kişilik oda verdiler- şu ana kadar Suriye, İran gibi ülkelerin arasında erkek arkadaşımla konaklama sorunu yaşadığım tek ülke Türkiye!

Sabah kalkıp akşam R.’nin bize yaptığı çaya koyduğunu söylediği baharatlarla çay demledik. Siyah çay, toz zencefil ve tarçın, bir de ne olduğunu anlamadığımız için not defterime seloteyple örneğini yapıştırdığım bir baharat daha. Yolda da ikram ettikleri bu ağır kokulu ve bulanık renkli, inanılmaz lezzetli çay İran’da Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerde içiliyormuş. Diğer misafirle de biraz kahvaltı yapıp lafladıktan sonra anahtarı giriş kattaki pencerenin kenarına bırakmak üzere anlaştık ve Tebriz’de gezmeye çıktık.

Saat 17:00 gibi akşam yemeğimizi yemeden,  zamanı olup R. de gelirse beraber yemek veya bir nargile içmek niyetiyle eve döndük. Tahran’a saat 23:00 gibi kalkacak bir gece otobüsüyle gitmek istiyorduk ve otogara ne zaman gitseniz otobüs bulursunuz demişti, biraz dolanıp geç bir saatte de atıştırmaya karar vermiştik. Geldiğimizdeyse evde kimse yoktu, biz de pencere kenarından anahtarı alıp evde bıraktığımız çantalarımızı almaya ve belki gelir diye biraz beklemeye eve çıktık.

Dış kapıdan girerken apartmandaki başka biri bizi gördü, yanından geçip en üst kata eve çıktık. Girmemizle kapının çalınması bir oldu. Bizi kapıda gören adam “Siz kimsiniz?” diye sormaya gelmişti. Tombul yanaklı, babacan yüzlü, endişeli görünen bir adam. Hemen kaçak girmediğimizi anlatmak için elimdeki anahtarları gösterip “R.’nin misafiriyiz, konak konak!” dedim. “R. Kanada’da değil mi?” “Yo, Tebriz’de.” “E hani peki?”

Evli olmayan, yabancı bir kız bir erkek, İran’da, bize ait olmayan ve apartmandakilerin nasıl kullanıldığını bilmediği boş bir daireye anahtarla girmiştik. Buyur buradan yak!

R.’nin daha önce İstanbul’a geldiğini biliyorduk, oradan arkadaşları olduğumuzu söyledik. “Ev sahibi olmayan eve misafir mi gelir, misafirin anahtarı mı olur, para mı verdiniz..” Cevap yetiştirmeye çalıştık, çantamızı almaya gelmiştik, R. de gelir şimdi, para vermedik, konağız biz yahu konak! Bu arada çantalarımızla hemen çıktık evden, anahtarımızı alıp girmek istedi ama tanımadığımız, niyetini bilmediğimiz birine veremeyiz diye savdık. Herşey bir yana, evde varille şarap vardı!

Bir türlü anlaşamadık, üstüne üstlük birini daha çağırdı. Gür, beyaz kaşları çatık, alnındaki saçları dökülmüş, ince yüzünden elmacık kemikleri öne çıkmış, gözlükleri ve kareli gömleğiyle memur kılıklı bir adam. Mahallenin Muhtarlarından fırlamış gibi inatçıydı ve siniri üzerinde karikatür gibi duruyordu; biraz huysuzmuş ama aslında iyiymiş, tanıyan herkes idare edermiş gibi.

R.’nin telefon numarasını istediler, verdik, aradılar açmadı. Bize arattılar. Kim geldi diyelim? Gülbaba.  Yeni gelen adam, Gülbaba, ev sahibiymiş. R.  onları eve almamamızı, gitmemizi ve geleceğini söyledi. Güzel.

-Akşam Tahran’a otobüsümüz var. Gitmemiz lazım, yoldan önce yemek de yiyeceğiz..

-R. gelmeden gidemezsiniz. Polis çağıracağız.

-ve merdivenlerde geçeceğimiz yer kalmayacak şekilde yerleştiler-

-R. gelecek, bizim çıkmamız lazım..

-Ne zaman geliyormuş? Kalmazsanız burada olduğunuzu ispatlayamayız.  Aslında bizimle bir sorunları yokmuş, içeri girerek de bekleyebilirmişiz ayakta kalmak yerine-hatta içeride olmamızı istediler ki girdiğimiz ispatlansın. Eve çok gelen giden oluyormuş, böyle misafir mi olurmuş, kaç arkadaşı varmış bu R.’nin? Sinirli Azeri amcaya nasıl anlatsaydık Couchsurfing’i? Aslında bizimle bir sorunu yokmuş, hele Türk demek kardeş demekmiş. “Bence Azeri yapay bir kelimedir, suni. Azeri, Türkmen, Kazak hepsi Türktür. Biz 400 milyon neferiz! Biz bir arada olsak…” Burada kişi yerine nefer diyorlar, biz otogara gidip “Tahran, du nefer” diye öğrendiğimiz bilet alma kalıbını kullanmak isterken Gülbaba’nın 400 milyon neferlik Turan ordusuna dahil olduk. Ne zaman gerildiğimizi hissetse “Benim sizinle bir sorunum olmaz, biz 400 milyon neferiz” dedi, birlik diye devam etti..

Ev şarap kokuyordu, kapıyı açmaya korktuk. Yemeği geçiştirmek için bize yumurta kırmayı önerdiler, yok istemeyiz.. Pasaportumuzu istediler, neden bilmediğimiz birine pasaportumuzu teslim edelim ki? Vermeyince daha da kötü oldu, kaçak mı geldiniz, damgalarınızı kontrol edeceğize kadar.. Aramızda İngilizce konuştuğumuzda Türkçe söyleyin biz de anlayalım diye kızıyorlardı-sanki biz onlar aralarında Türkçe konuşunca anlıyoruz- ama R.’yle telefonda İngilizce konuşmamız sorun olmuyordu. Durumu daha karmaşıklaştırmamak için fazla konuşmamaya çalışmaya başladık, sorgular sürdüğü halde. Yaklaşık bir saattir gardiyanlarımızla bakışıyorduk zaten ve her söylediğimiz yeni sorularla karşılanıyordu. R., ne zaman geliyorsun?! Tekrar aradık:

– Bizi bırakmıyorlar, sürekli polis çağıracaklarını söylüyorlar ve pasaportlarımızı istiyorlar.

– Bu rehin almaktır ve buna hakları yok, ben olsam tahammül etmezdim. Çıkın gidin.

Merdivenlerde yolumuzu kesmiş iki adamın arasından geçip inmek kolaydı sanki. Onlar polis çağıracağız dedikçe biz İran’da ilk günümüzde ancak Türkiye’den üzerinde ahkam kestiğimiz İran koşullarını hayal edebiliyorduk: bir itişme kakışma olacak, devrim muhafızları, bu çift boş eve nasıl girdi, bu evde neler dönüyor, ev sahibini atlatmak için nasıl kavgaya karıştılar.. efendi gibi yerimizde dikilip R.’yi dakika başı aramaya başladık. “Ne zaman geliyorsun?” Arkadaşımı yollayayım dedi olmadı, siz gidin ben sonra geleyim zaten olmadı, sonunda dersinden ettik çocuğu. Arada da rica etti, eve girin ve beyaz tahtayı indirin, bir de pencere açın da içerinin kokusu dağılsın..

-Hadi ben tuvalete gideyim

-Hadi senin tuvaletin gelmiştir

Birbirimize yüksek sesle sevgilimin başka bir şey değil, tuvaletini yapmak için içeri gittiğini duyurduk ve kapıyı hızlıca açıp kapamasıyla içeride durunca farkedilmeyen ama dışarıdan gelen birinin dikkatini çekecek kokunun yüzümüze çarptığını hissettik. Garibim, denilenleri yapıp bizim yattığımız yerde sabah topladığımız battaniye, mat ve çarşafları da göz önünden kaldırmış. İçerisi havalanınca biraz daha rahatladık tabii.

R. geldiğinde bir süre toparlanamadık, arabasını kötü bir yere park etmiş, her yanımıza uğrayıp geri gidişinde ayrı bir kurtulma hevesiyle baktık. Sonunda yanımızda durabildiğinde söze direkt “Bu adam büyük adamdır” diye Gülbaba’yı pohpohlayarak girdi. Ona herşey anlatılabilirmiş, anlarmış.. biz misafiriz ve onun kiraladığı ev onun sorumluluğunda. Tabii ya. Gülbaba evin mülkiyeti benim üzerime, hesap verecek olan benim demeyi sürdürse de orada yaşayan R.

Eve de girdik, koltuklara oturduk. Gülbaba taviz verir gibi görünmek istemeyen, ama uzlaşmayı da çok isteyen, aslında hiçbirimize kıyamayan bir amca, bir pamuk saçlı nefer olarak tüm pohpohlanma süreci boyunca sert duruşunu korudu. Hala kaşlarını çatıp söylendiği için biz olayın tatlıya bağlandığını bir süre anlayamadık, ama R. kaşla göz arasında Gülbaba’yı alıp aşağı indi, biz de neci olduğunu anlayamadığımız tombul yanaklı amcayla başbaşa kaldık. O da bir süre bizimle kibar kibar konuştuktan sonra indi.

Bize bakmaya gelecekleri, konuşacağımız edeceğimiz, belki ev sahibimizle yemeğe çıkacağımız gibi fikirlerle bir süre bekledik ama baktık gelen giden yok ve saatlerdir kriz modundayız, yola geç kalmayalım dedik. Aşağı indiğimizde sarılıp duran, birbirine övgüye boğan dört adamla karşılaştık. Herşeyi halledip canciğer olunca bizi yukarıda unutmuşlardı.

Gülbaba karşısında bizi görünce aniden bana dönüp “Yumurta yer misin?” dedi. Önceki akşamki Azerice zaman ifadeleri konuşmasını hatırlayarak ve mimiklerine bakarak “Yerim!” demiş bulundum. Aç aç bekletmişti bizi ya, yumurta kırmaya yukarı fırlayıverdi. Arkasından bağırmam gerekti:

-Yerim ama genel olarak, yani şimdi değil! Geniş zamanda!

R.nin de tutmasıyla zar zor döndürdük mahçup Gülbaba’yı. Geçti karşıma, iki eliyle kafamı kavrayıp alnımdan öptü!* “Alınmadınız değil mi? Bu ülke çetin ülkedir, alışması, yaşaması çetindir. “

Herkes gülmeye başlayınca biz de bir süre o tuhaf sevgi çemberine katıldık. Sarıldık ettik, beraber fotoğrafımızı çektik ve yumurta yemeden, dersini iptal etmek zorunda kalan ev sahibimizden bu kriz nedeniyle özür dileyerek usul usul olay mahalini terkettik. Ne olur ne olmaz, herşey tatlıya bağlanmıştı ama dursak her bölümünde farklı bir konudan gerilimin tırmandırılıp, düğümlendirilip çözüldüğü bir “İran’da konak olmaca” dizi senaryosu çıkarabilirdik!

*İran’da erkek-kadın diyalogu düşündüğümüzden çok daha rahat olsa da İsfahan’da benimle el dahi sıkışmayan bir kişiye denk geldik. Bir de genel olarak Azeriler -vücut dili dahil -karşı cinse karşı daha rahatlar.

Replikleri de hatırladığım kadarıyla yazıyorum, sözcükler aklımda Türkiye’de yaygın kullanılan karşılıklarıyla kalmışlar ama enteresan Azerice tamlamalar çözdük tabii..

Fotoğrafsız yazı gitmesin kampanyası: Tebriz’den sallapati bir şeyler, Kasım 2010

[embpicasa id=”5688696620207656881″]