Neufert* Görmemiş Şehir: Fes
- Neufert* Görmemiş Şehir: Fes
- Atlas Dağları
* Neufert
Ernst Neufert: Herhangi bir durumda gerekebilecek tüm ölçüleri –güvercinden tıra- ölçerek veya derleyerek bir kitapta toplamasıyla tanınan büyük ihtimalle ruh hastası ve tabii ki Alman mimar
Üzerinde Neufert yazan kalın mavi kitap: Ernst Neufert’in herşeyin nasıl olması gerektiğini ölçüleriyle açıkladığı mimari rehber kitap
Bir de “Time Saver Standards For Urban Design” var tabii, tek santimetre çılgını Neufert değil..
Fes, labirent gibi çıkmazlara dağılan dar sokaklarıyle ünlü bir şehir. Eşşeğin tüm canlılığıyla şehir hayatını canlandırdığı bir büyük kent, Fas’ın kültürel başkenti. Araç sığmadığı için dükkanlara mal taşımada, insan ulaşımında kullanılan, üzerine tüpten işlenmemiş deriye birçok şey yüklenmiş eşekleri her daim dolaşırken görebileceğiniz sokaklardan örülü. Projelerde yaratıcılığınızı kısıtlamayın, mesela binanın katları arasında teleferik çalışabilir deyip dururken (neden hep teleferik örneğini veriyorlar ki?) otoparka giriş rampasını standartlara uygun eğimde sığdıralım diye canımıza okuyan hocalara isyan ettiren yer. Arabanın çıkamadığı kabul edilen rampaları eşek çıkabiliyor pekala, ofise eşekle gitsinler.. Fes’te gördüm, oluyor, herşeyi Nüüyork’ta, Barça’da görüp de mi esinleneceğiz?
Bu gezide hile var: normalde bir yere gitmeden pek araştırma yapmam. Canım isterse birkaç şeye bakarım, ama genellikle oraya gidip neyi nasıl öğreneceğime bakmayı ve doğrudan orada izlenimler edinmeyi seviyorum. Zaten sürekli gitmek istediğim yerler ve gitmekle ilgili bir şeyler okuyorum, o ayrı, ama geziden hemen önce tur paketi inceleyip elimde görülmesi gerekenler diye bir listeyle gitmiyorum. Araştırma döndükten sonraya kalıyor, ne de olsa Google’dan hakkında bilgi bulabileceğim herşeyi yerinde görmesem de olur (imagestan fotoğraflara, streetviewdan kentsel dokuya bakıveririm..), önemli olan orada kendiliğinden oluşacak deneyim. Fes ise üçüncü yarıyılda ufak da olsa bir sunumumun konusuydu, ne görmek için bakacağım konusunda kabaca bir fikrim vardı. Gerçi Fas karmaşasında plan yapmak pek olanak dahilinde değil, her tarafta olanı da görmemek pek mümkün değil. Tarihi “Medina” dokusu ve İslam izleri, evet.
Medina kelimesi medeniyetle aynı kökten geliyor ve şu şehir olan Medine’nin adı da aslında bu, sadece şehir demek. Medeniyetin geliştiği yer, medeniyetin barınağı, medeniyet kurgusu, şehir. Sözcük Arapça, ve Arap ülkelerindeki şehirlerden bahsederken kullanılıyor, belli bir dokuyu akla getiriyor. Fes de dünyanın en büyük tarihi medinasının, Fas’taki iki örnekten birinin sahibi: Fes el-Bali. Şehrin bir kendi gelişen yeni bölgesi (Fes Jdedid), bir Fransız sömürgesiyken inşaa edilmiş, bulvar falan açılmış yeni şehri (Ville Nouvelle), bir de çoğunlukla ortaçağ karakteri taşıyan ve o zamanın hissini hala vermekle beraber tüm çağlarda yaşamış olan sur içi medinası var.
O dar ve birçoğu çıkmaz sokaklar tipik bir İslam kenti örüntüsünün öğeleri. Şu an kullandığımız imar kanunundaki standartlar Avrupa kökenli, ve oradaki tarihsel-kültürel akış doğrultusunda sokak genişlikleri yapının dış cephesinden ışık alması koşuluna göre belirlenir. Medinalarda ise şehrin kurgusu mahremiyet kademelerine bağlıdır, yapı sokaktan değil iç avlusundan ışık alır. Yaşam kamusal alandan ziyade kademe kademe daha kontrollü hale gelen mekandadır, ortak alanlar ise cami avluları ve çarşılardır. Sokak, sıcak iklimde çevredeki yapıların gölgesiyle örtülmek üzere yüklü bir eşeğin ve insanların geçebilmesi şartıyla dar tutulan ve göz hizasında yapıların içlerinin görünmemesi için açıklık bırakılmayan bir dolaşım alanıdır. Bu nedenle korunmuş bir medina taşıt trafiğine uygun olmayabilir, nitekim Fes dünyanın en büyük trafiğe kapalı kentsel bölgesi olma iddiasında. Şehirde dolaşırken her taraf kapalıdır, arada sırada, Fes gibi eğimli zemine oturmuş şehirlerde, önü açık bir noktaya çıkıldığında nerede olunduğunun anlaşılması için referans alınabilecek minareler şehir silüetini tanımlar.
Fes bu mahremiyet kademelenmesinin en görünür olduğu, en karakteristik medinalardan biri. İçiçe geçmiş, mekansal kısıtlamalarla tanımlı bölümlerden oluşuyor, sürekli daha kamusal olandan daha özel olana geçiliyor ama bunlar şehrin farklı uçlarına yığılmış bölgeler değil, bir ağ oluşturmuş haldeler. Şehri labirent gibi yapan ve içinde nasıl kaybolunacağını anlatılır hale getiren de bu örgü.
Çarşı en kamusal bölüm: “suq” denilen yapıda: tek bir büyük kütle değil, şehre dağılan, üstü örtülü sokaklarla yayılan ve ana yoldan açıldığı kollarda özelleşmiş bölgeleri olan bir kent bölgesi. Tamamen yatayda genişliyor ve göz hizasında, insan ölçeğinde kalıyor. Kent içinde bir yerden bir yere giderken çarşıda da dolaşılmış ve ihtiyaçlar karşılanmış oluyor, kalabalık orada. Yapılar tamamen dışa açık küçük kutucuklar şeklinde ve türlü ürün ve zanaatkar var. Dükkanların arasında kalan kapılar bir camiye veya medreseye açılabiliyor. Bölgesel uzmanlaşma söz konusu, bu bölgeler de hammadde alışverişi için birbirleriyle iletişim içindeler, hem de piyasa akranları bir arada tutarak kendi kendini kontrol etmiş oluyor. Bir kolda sadece temizlik ürünleri varken diğerinde gıda, bir başkasında canlı hayvanlar oluyor. Mesela tavuk tezgahını daha varmadan önünde uçuşan tüyler ve etraftaki kedilerden tanıyabiliyorsunuz. Bu konuda Neufert diyor ki (cidden açıp baktım) ortalama bir tavuğun rahat dururkenki ebatları 35x40cm’dir ve bir tavukluk barınak için 35×35 ila 40x40cm aralığında boyutlarda bir alana ihtiyaç duyulur, tavuğun giriş kapısı ise 18×20 ila 20x30cm aralığında olmalıdır (tavuk eğilince sığıyormuş öyle kapılara). Göz kararı ölçülerle bu şartların yerine getirilmediğine kanaat getirdim. Mekan bir yana, tavukların da standartlara uyduklarını düşünmüyorum. Bence yasaklanmalılar.
Çarşıyla ilgili bir nokta da Fas’ın her turistik yerinde olduğu üzere fiyatların turist gününe göre değiştiği gerçeği. Sabah yerel halk alışverişini yapıyor, fiyatlar en erken saatte en ucuz. Boş gününde olan turistlerin uyanıp çarşıya dağıldıkları öğlen saatlerinde fiyatlar artmaya ve kendini rehber ilan etmiş adamlarla turist kovalamayı hobi edinmiş çocuklar çarşıya dağılmaya başlıyor. Akşam, “panaromik şehir turu” bitmiş turistlerin ortalığa dağıldığı saatlerde fiyatlar –ürüne göre değişse de- sabahın ortalama 3 katına çıkıyor. Fiyatlarda da bir standart yok yani, ayrıca herşey pazarlığa tabi, sabah bile.
Çarşıdan sonra konut alanlarının kademelenmesi başlıyor. Bunlar, içe dönük, teras çatıyla örtülü dörtgen prizmalardan oluşan yalın çizgileriyle modern mimarlığa ilham kaynağı olmuş yapılar. Hacimler avluların etrafında dağılıyor ve günlük hayat avluda geçiyor. Konut alanına ulaşmak içinse kamusal olan çarşıdan giderek çatallanan sokaklara giriliyor, sonda çıkmaz sokaklar var. Konut girişleri bu çıkmaz sokaklardan, işi olmayan biri başka bir yere giderken buradan geçmiyor, kapıdan içeriyi görmüyor. Medinalarda görülen ilginç bir başka şeyse yarı-özel sokak kavramı: bazı çıkmaz sokakların kapıları veya daha özel bir yere girildiğini vurgulamak üzere bir geçiş belirten kemer gibi örtüleri olabiliyor. Kapısı olan sokak. Kapılar küçük, alçak, iç mekanlar –mesela riadlar- gösterişli olabiliyor. Cephe bezemesi ise konutlarda yok, kapılarda ahşap oymacılığı ve içeri açılan kapıların ardında geometrik çini bezemeler görülebiliyor. Tabelaların birçoğunun el çizimi ve doğrudan duvara boyanmış olması eğlenceli. Konutların göz hizasında sokağa açılan pencereleri yok –mahremiyet-, sokaklar kıvrılarak devam eden tüpler gibiler.
Medinada görülecek en ünlü şeylerden biri deri boyama atölyeleri. Her tarafı kapalı sokaklarda ticaret dışında tüm yaşamı gizli bu şehri gezerken bunların nerede olabileceklerine dair hiçbir ipucu bulamıyordum. Oldukça büyük olmaları gereken atölyeler geniş kamusal açık alanların bile olmadığı ve sokaklarına adım atanı içinde hapseden bu dar labirentte sağır cephelerden hangisinin ardında olabilirdi? Bir iki tabela garip yerlere gidiyor ve girişi göstermiyorlardı, üstelik o en turistik ve göstermelik olanlara girişler de pahalı diye biliyordum. Turistten para kazanılabilecek her fırsat için geçerli olduğu üzere bu yerlere giden yolu bulmak da sektör haline gelmişti, tuhaf tuhaf adamlar rehberlik, “tannery” gibi kelimelerle yanıma sokulup sokulup komisyon aldıkları bu tesislere götürmeyi öneriyorlardı, üstelik bir Fas geleneği de “arkadaş olduk, hayrına götüreceğim” vb deyip sonra rehberlik için ücret istemekti. Param yok diye herkesi savuşturuyordum ki bunları tek başıma bulamayacağıma karar verdim. Param olmadığını, öğrenci olduğumu, bir şey almayacağımı 10 kere söylememe rağmen “önemli değil, bak yeter” diyen bir adamla anlaşabileceğime kanaat getirip ısrarına dair “deli galiba” gibi de bir düşünceyle peşine takıldım.
Giderek daralan sokaklara karmaşık yollardan girerken “bu saatten sonra kaçmak istesem de tek başıma bu kadar sağır sokaktan dönemem artık, nereye götürüyorsa bu adamı takip etmek zorundayım” dediğim ve “dericiye gidiyoruz tabii” cevabını almak üzere gittiğimiz yeri sorguladığım noktadan az sonra, etrafında başka hiç bir açıklık olmayan bir çıkmaz sokağın sonundaki küçük bir kapıdan girdik ve girişten dönünce kocaman bir iç alana ulaştık. Yüksek tavanlı, büyük odanın etrafı sergilenen deri ürünleriyle doluydu. O kadar sıradan görünen duvarların ardında tabelası bile olmayan bu yer, aslında o sokağı ve hatta çevredeki birkaç sokağı çevreleyen tüm kütlenin birleşik olduğu bir dericiydi.
Etraftaki deri ürünleri pek ilgimi çekmedi, hele alası Türkiye’de varken ve turist kazıklama geleneğine yurdumdan da gayet aşinayken güzel renkli olanlara dahi “üzerinde para yoksa kredi kartı alırız, sonra yollarsın, ya da bak ucuza aksesuar var” demelerine rağmen bakmadım. Canın sağolsun diyerek ve söz verdikleri üzere bir ücret talep etmeyerek boyama işinin yapıldığı kısma yönlendirdiler: bulunduğum galeri odasının asma katından bir balkona çıktım ve oranın seyir terası olarak düzenlendiğini gördüm, baktığım yerse Fes şehrinin damları ile bu yapının arka bahçesiydi. Hem bahçede, hem de birçok damda dolu toprak kaplar arasında ve içinde dolaşan, deri parçalarını boyaya ve temizleyicilere batıran, kurumaları için ham postları seren adamlar vardı! Şehrin üst yüzeyi ayrı bir şehir olmuştu, damdan dama insanlar dolaşıyor, üstü kapalı çarşıda kalabalık alışveriş yaparken üst katmanda da üretim yapılıyordu. Renkli renkli deri parçaları güzel seyirlikti, katılınacak bir şey olmasa bile bir Fas gezisinde böyle bir atölyeye uğramayı atlamamak gerek.
Fes’te gezilecek sokaklar dışında birçok şey var aslında. Dünyanın ilk üniversitesi mesela. Ancak ben çıkışında öğrencilerle bile konuşmama karşın ne buna ne de cami ve dğer önemli yapılara-Fransızların yaptıkları hariç- giremedim. Fas’ın temel gelir kaynaklarından biri turizm ve Avrupa’nın “yakındaki egzotik destinasyonu” olduğu için turistler istilacı çekirgeler gibiler, bunun yol açacağı tahribatı engellemek için toplumsal önemi olan çoğu yapıya giriş kısıtlanmış. İbadet yerleri vb. yerel halkın kullanımına ayrılmış durumda, turlarla gidilirse önceden alınan izinlerle ziyaretler ayarlanabiliyor diye biliyorum ama benim gibi tek başına dolaşan bir kızcağızın “başımı örterim, söz, yanımda başörtüsü var” demesi girmesi için yeterli olmuyor. Ben de Müslüman’ım dedim, nüfus cüzdanında din hanesi olan bir ülkeden gelişimden ilk defa fayda göreyim diye nüfus cüzdanımı göstermeye hazırlandım. Sorsalar şahadet getirecektim-yersiz mi olurdu?-, dua biliyor muyum acaba diye de zihnimi tarıyordum. Beyanatımla pek ilgilenilmedi, “aa ne güzel” gibi bir tepkiyle savıldım ve yapılara alınmadım.
Fes İspanya’dan güneye inen Avrupalı için bir şok olabilir. Başka bir gezegen hissi verebilir. Bulvarlar açılmış şehirlerde yaşayan, güneydoğuyu görmemiş bir Türk için de benzer etki yapabilir. Bir kent başka değerler temel alınarak ve başka varsayımlarla ne kadar farklı olabilir sorusunun cevabı olsun diyeymiş gibi hala orada duruyor. Zanaatkarlar dükkanlarında el işleri yapıp bol şekerli nane çayı içiyorlar. Eşekler deri taşıyor, eşekler kasa kasa Coca Cola taşıyor. Fes, ortaçağdan beridir aynı sokaklarda yaşıyor.
Kasım 2008:
[embpicasa id=”5688378383156016705″]