Heidi Ülkesinin Yollarında -5- Grindelwald ve Eiger
- Heidi Ülkesinin Yollarında -6- Geri Otostop
- Heidi Ülkesinin Yollarında -5- Grindelwald ve Eiger
- Heidi Ülkesinin Yollarında -4- Alpin Turizm
- Heidi Ülkesinin Yollarında -3- Tabana Kuvvet
- Heidi Ülkesinin Yollarında -2- Dağ Başı
- Heidi Ülkesinin Yollarında -1- Otostop
İsviçre’de Eiger dağını ve Interlaken’i görmek isteyerek yola çıktım, otostopla gezeyim dedim, sonra yolda kaldım ve kayboldum, kar nedeniyle trafiğe kapalı bir dağ geçidini geçtim. O gün bir yere yetişemediğim için karşıma çıkan bir köyde bir evin arka bahçesinde kaldım, sabah muhteşem bir vadide olduğumu farkedip yolda kaldığım yerden itibaren 50km yürüdüm. Sonra bir kez daha otostopla Interlaken’e vardım ve tekrar yürümeye başladım, bölgenin ana cazibe noktalarından Lauterbrunnen şelalelerine gittikten sonra toplamda 28km yürüyüşle Eiger’in eteklerindeki Grindelwald’a, gezimin amacına ulaştım! Tüm yolculuğu berner oberland 2009 diye etiketliyorum.
Eiger de Eiger diye günlerdir İsviçre yollarını arşınlıyordum. Yolda geçtiğim yerlerin bazılarının görmeye çalıştığım efsanevi kuzey yüzüyle ilgilenmeyenler için daha ünlü, daha estetik, daha keyifli yerler olduklarını biliyordum ve açıkçası yol daha hedefe varmadan en zevkli gezilerimden biri olmuştu bile. Hele yan vadideki Lauterbrunnen nasıl gerçek olabileceğini kavramakta zorlanacağım kadar güzeldi, yine de ayrıldım ve ben yürüdükçe üzerine bulutlar çöken bu dağın eteklerine geldim. Merak işte. Altı üstü kocaman bir buzlu kaya kütlesi, ama insanlar ona bakıp öyle hayaller kurmuş ve öyle tutkuyla bu kaya yüzünün üzerinde kendilerine yollar aramışlar ki, hani insan merak ediyor, durduğu yerden bir siyah yüzey nasıl bu kadar ilham verebilir diye..
Lauterbrunnen’den 553 metredeki Zweilutschinen’e indikten sonra, 11 km bir vadi yürüyüşüyle 1034 metredeki Grindelwald’ın yoluna koyulmuştum. Ağaçlar arasında, önü sırtlarla kesilen, çok manzaralı olmayan ama güzel ve huzurlu bir yoldu. Arada sevimli bir iki köyden geçtim, bunlar dışında vadi dar olduğu için iki taraftan yamaçlarla sıkıştırılıyordum ve bu sefer önümde belirip kaybolan bir manzara yoktu, belki hava kapamaya başladığı içindi. Dağı, fotoğraflarda defalarca görmeme karşın, ilk kez karşımda göreceğim an için çok heyecanlıydım. Yine çok güzel bir doğanın içinde olmama karşın bu heyecan önüme çıkan yamaçları, ağaçları engel olarak görmeme yol açıyordu. Önceki gün Interlaken’e vardığımda olduğu gibi galiba burada hava öğleden sonra hep kapıyordu.
Orman içindeki patikadan Grund yakınlarında çıktım. Yeryüzünün dalgalanmaya başladığı, ağaçların azaldığı ve çıplak çimen üzerinde çok da küçük denemeyecek, bitişik Grund ve Grindelwald yerleşimlerinin önceki vadiden daha yumuşak ve dalgalı eğimlerle inen yamaçlara kurulduğu açıklıktaydım. Çevre dağların alçak yamaçları görünmeye başlamıştı. Her tarafın yemyeşil olması Lauterbrunnen’den sonra olağanüstü bir durum gibi değildi, üstelik kasvetli bir manzaraya şartanmıştım. İlerledikçe karşıma çıkan dev de beni hayal kırıklığına uğratmadı.
Sonunda Eiger karşımdaydı. Aslında görünmüyordu, hava kapalıydı. Yine de gösterişliydi, kasabanın hemen üzerinden yükseliyordu bulutta ve kayboluyordu, bu duvarın altında her şey, içine onlarca insan giren binalar, en büyük yapılar, en uzun ağaçlar algılanamayacak kadar küçüktü. Dağın üzerindeki bulutlar içbükey yüzün üzerindeki kıvrımları dolaşıyor, kuzey yüzünün sırtlar arasında çukurda dimdik olduğu duvara çarpıp dağılıyor ve dumanlaşıp yükseliyorlardı. Zaman zaman bir bulut diğerini aşıyor, arada duvarın yüzeyinden bir başka siyah kaya üstünde buzlu detay görünüyordu, ama hiç anlam verilebilecek kadar bütüncül bir parça belirmiyordu. Yürürken gözlerimi almadığım, durup durup tekrar incelediğim yüzden kayalardan yansıyıp bulutlarda dağılan boğuk patlama ve çökme sesleri geliyordu- herhalde baharda zayıflayan kar yükünü kontrollü çığ olarak indiriyorlardı. Bu mesafeden, bu bulutların arasında, dağ homurdanıyor gibiydi, gürültüyle parçalanıyordu. Önümde siyah kuşlar uçuyorlardı. Uzakta, siyah bir kütlenin dümdüz, hızla aşağı indiğini gördüm- dağın doğusunda, çevreye oranlayınca birkaç metre boyutlarında bir kaya veya daha yakında yere düşercesine kesintisiz bir pike yapmaya karar vermiş siyah bir kuştu? Dağın eteğine varmıştım ama hala onu göremiyordum ve hala gizemliydi, gürültüyle, pusla, ürkütücü bir görkemle çıkmıştı karşıma. Yeşil çayırlardan aniden siyah kaya yükseliyordu ve tabanı çok genişti, hani aklımdaki piramit tüm bu tabana yayılsa dağın yerden 5-6000 metre yükselmesi gerekirdi, ve bulut içinde olduğu için bütün taban piramidi anlatıyor gibiydi. Kendini olduğundan da büyük gösterebilen huysuz bir dağdı bu.
Grindelwald’da telefon kulübesi bulmam gerekiyordu, telefonum nedense şebeke ararken kendi kendine kredilerini bitirmişti. Bu aynı zamanda Milano’ya yanıma gelmelerini beklediğim için geliş tarihlerine göre döneceğim Brezilyalı çocuklarla iletişim kuramamam demekti, onlar beni Milano’da bekliyor biliyorlardı. Neyse, Grindelwald çok küçük bir yer değildi, yamaçlara doğru genişliyordu ama belirgin, birkaç adımlık bir merkezi vardı. Burada tourism information, fırınlar ve restoranlar, ve bolca doğa sporları malzemesi satan mağaza vardı. Tourism information’un önünde de bozuk parayla çalışan bir telefon buldum ve o gece evinde kalacağım Alain’i aradım. Evini tarif etmesini istedim ama “ohoo buraya kadar yürüme, dur orada, üzerinde paragliding yazan minibüsü bekle, seni almaya geliyorum” dedi. Yamaç paraşütü eğitmeni kendisi.
Çoğu şey Eiger teması etrafında şekillenmişti- sokakta dağın fotoğrafları ve afişler, mağaza sloganlarında Eiger ile ilgili iddia ve göndermeler vardı. Mağaza isimleri, kitaplar, etkinlikler.. Tourism informationun kapısından broşüre boğuldum yine. Gelirken de görmüştüm ama ne olduğuna bakamamıştım, Eiger Live diye bir etkinliğin tarihlerine denk gelmiş ziyaretim. Sonraki gün buna bakayım dedim, tanıdıklar tırmanışla ilgili faaliyet raporlamaktan daha kapsamlı içeriği olan bir site yapıyorlardı ve belki orası için malzeme çıkabilir diye düşündüm. Ortalığı bir turlamak lazımdı, yukarı, dağa bakmak kadar yere bakmak da onunla ilgiliydi. Dağcılıkla ilgili ip tekniklerinin çalışılabildiği, hatta yapay sarkıtlarda buz tırmanışı antrenmanı yapılabilen spor salonunun sloganı iddialı: Eiger için form tutun! Eh, bu kuzey yüzüne tırmanmak isteyen birinin burada uzunca zamangeçirip havayı takip etmesi şart- ki bu arada dağın en azından silüetinin zaman zaman algılanabileceği kadar aralanmaya başladı bulutlar. Bu tırmanışa hazırlanmak için de en iyi yer kendi sahası herhalde, ama kötü havalarda formdan düşmek istemezler değil mi?
Alain ve üzerinde paragliding yazan minibüsü geldiler. Ev sahibim güleryüzlü, çevik, boyu aşağı yukarı bana denk (170), ince bir adam. Yüz derisi dış mekanda çalışan insanlarda güneşte kalmaktan olacağı üzere kuru biraz, çok değil. Otostopla geleceğimi biliyordu, yolu sordu, çok detaylandırmadan “Yolda kalıp biraz yürüdüm ama eğlenceliydi, sorun da çıkmadı. Alpler çok güzel ya, burada otostop da zor değilmiş” gibi bir şeyler geveledim. İngilizce aksanı eğlenceli, sesini biraz yükseltip tizleştirerek konuşuyor. Oyalanmadan eve gidiyoruz, geldiğim yönde, biraz aşağıdaymış. Merkezden 5 bilemedin 10 dakikalık yürüyüş, yürüyüp yorulma demesine de gerek yokmuş.
Beni almaya çıkarken fırına yemek atmış, vardığımızda pişmek üzereydi. Sofra hazırlamasına yardımcı olmak üzere mutfak başta olmak üzere ortalığı karıştırmaya başladım. Ferah bir ahşap evde yaşıyor, duvarlar çıplak, vernikli bile değil, içerisi ahşap kokuyor. İkeamtrak eşyaları ve bir Mac’i var, yalın geleneksel bir yapı içinde zevkli duruyor. Ev büyük değil ama mekanlar arası geçişler kapıyla değil, geniş açıklıklarla, tek başına yaşayan biri için güzel. Salonda soba ve hamak var, eğlenceli. Etraf oyuncak kanguru, koala ve çeşitli Avustralya hatıralarıyla dolu. Çok seviyormuş, birkaç ay sırtçantasıyla kıtayı gezmiş, tekrar gitmeyi planlıyormuş. Ev günebatıya baktığı için içerisi iyi ışık alıyor ve penceresi doğrudan Eiger’in kuzey yüzüne dönük. Bir şeyler konuşurken pencereden dışarı, dağa bakıyordum, gözüm kaldı. Yolun karşısındaki üç binanın üzerinde de Eiger, Jungfrau ve Monch yazıyor.
Arada soframız da oldu. İnsanlarla yemek yemek benim kadar yemek seçen biri için kolay değil, gün boyunca da Interlaken’den aldığım abur cuburu kemirdiğim için “pek aç değilim, neyse yalnız kalma” diye oturdum ama nasıl olduysa tam benim bayılacağım türden bir şey yapmış ve bayağı yemiş bulundum. Sağlıklı beslenmeye ve karmaşık ev yemeklerine mesafesini koruyanlar için o fırınlanmış bir tür peynirli kıymalı makarnanın tarifini almalıydım sanırım.
Karşıdaki dağ isimli binaları sordum, burada evlere numara yerine isim verilirmiş. Küçük bir yer de değil, karışıklık olacağını düşündüm, hele tek Eiger karşımızdaki olamazdı.. Neyse, mevkilerle birlikte adresler karışmıyormuş, postacılar da biliyorlarmış.
Alain başka bir şehirde doğup büyümüş, ama anneannesi buradaymış. Liseyi bitirince buraya gelip yamaç paraşütü eğitmeni olmuş. Bu kaynağı kullanıyorum dediği bir siteden hava durumuna baktı, sonra gitti bir milyon kaynağa daha baktı ve televizyondaki raporu izledi. Hava hayatının önemli bir değişkeni tabii. Kışları ne yapıyorsun dedim, uçmuyordur herhalde diye. Seyrek de olsa uçuyormuş, onun dışında da organizasyon gibi işleri oluyormuş.
Hava karardıkça Eiger’in etrafındaki bulutlar da seyrelmeye başladı ve sonunda duvar tamamen ortaya çıktı. Ortasında bir ışıltı vardı, böyle olacağını düşünmemiştim. Geceleri aydınlatıldığını yani.
ben-Aa! O ışık duvarın ortasındaki tren istasyonu değil mi?
Alain-Haha evet. Bazen turistlere orada tırmanışçılar için bir büfe olduğunu söylüyorum, hani kuzey duvarını tırmanırken durup yemek almaları için. Birçoğu inanıyor!
ben-Doğrusu İsviçre için olmayacak iş değil.. orada tren durağı olduğunu okumamış olsam aklıma yatardı, baksana, olan şeyler de daha az tuhaf değil.
İsviçre’de birkaç günde mühendisliğe ve sunulabilecek hizmetlerin sınırlarına dair fikirleriniz değişiyor. Orada büfe olmasını espri kabul eden adamın yaşadığı kasabadan teleferikle ulaşılan bir dağ zirvesinde döner bir restoran, şelale buz tırmanışıyla ilgili bilgi verebilecek donanımda bir devlet dairesi olarak tourism information, baktığımız dağın içinden geçip 3454 metreye çıkan trene giden bir istasyon, karşıdaki dağların en erişilmesi zor yerlerinde dağ evleri ve bunlara erzak taşıyan helikopterler vardı. Yine aynı adam çevrede en sevdiği restoranlardan birinin normalde çatlakların arasında ulaşılması son derece güç olan dağ kütlesinin içlerindeki, teleferikle rahatlıkla çıkarak ulaşılan buzul manzaralı yer olduğunu söylüyor, bana göstermek için onun ışığını arıyordu.
-Grindelwald’ı daha küçük bir yer olarak düşünmüştüm, filmlerde birkaç ev ve herkesin Eiger’e odaklandığı otellerden ibaret ya.. biri tırmanmıyorken bomboş, bir tırmanış olduğunda ilgi odağı gibi..
-70 yıl önce, belki.
-Birileri kuzey duvarına tırmanırken hala tüm kasaba izliyor mu?
-Haberimiz oluyor ama her sene birkaç kişi gelip tırmanıyor artık, o kadar da ilginç bir şey değil. Ueli Steck diye deli bir adam var,duydun mu? Buraya kafayı takmış, kaç kere geldi bilmiyorum. İki saat küsür bir şeyde mi ne çıktı, iki saatte çıkılabiliyorsa o kadar da inanılmaz bir yer olmasa gerek.
Buraya gelme sebebim Eiger’i ve efsanevi Kuzey Yüzünü yerinde görmekti deyip duruyorum, buraya gelene kadar geçtiğim o kadar dağdan ayırdedilebilecek bir ünü var çünkü bu yüzün. Dağa ilk 1858’de çıkılmasına karşın dağ insanları büyülemeye ve kendine çekmeye, seçilen yolun intihar girişimi olarak görüldüğü zamanlarda bile, devam etmiş. Dağın ünü bu kasabanın doğrudan üzerinden yükselen bu yüzden geliyor, yoksa tepesinde durmak birçok kişinin başarabileceği bir iş. Sürekli çığların gürültüsünün yankılandığı, fırtınası eksik olmayan, yüzünü birkaç saatten uzun süreliğine göstermesi şans sayılabilecek, üzerine çektiği bulutların gölgesinde karanlık, baktığı kuzey yönünde güneşten uzak, soğuk, buzlu sahalarla bölünmüş, dik ve tırmanması oldukça zor derecede kayalık bir kuzey yüzü burası. Karşıdan bakınca düz bir siyahlık. İçinde olmayı düşününce labirent gibi karmaşık, çok yüksek ve çok talepkar-1800m dikey uzunluğuna dayanıklılık istiyor, güç istiyor, giderek dikleşen yapısıyla sabır, kararlılık ve önüne çıkacakların daha da zorlaşacağını bilerek devam edebilecek kadar kendini tanımayı ve planlamayı gerektiriyor, zor kaya/buz hamlelerini çözecek zeka, çeviklik ve beceriyi istiyor, tuttuğu, aletlerini sapladığı parçalar dağılabilecekken tırmanacak hassasiyeti, teknikleri tanımayı, kendi emniyetini sağlayıp ona güvenebilecek birikimi, yüksekliğe ve boşluğa karşı dayanıklı bir kafa ile tehlikeleri tartacak bilgi ve deneyimi, durduğu yerde ortaya çıkaracağı fırtına ve engelleri anlayacak kadar onu tanıma çabası ile gözlemive tüm düşmanlığına rağmen ona yönelecek hayalperestliği şart koşuyor. İhtişamla ve tehditkar bir edayla tam da kasabanın üzerinde yükseliyor, onu görmek silsilelerin içine ulaşan dağcılara özgü değil, insanlar altında yaşıyor ve ona bakıp her biri farklı şeyler hissediyorlar. Dünyanın kırılıp çıkıntı yaptığı, insanlar yokken de varolan bu yeryüzü şekli insanlar ona baktıkça efsaneleşiyor. Adı Eiger, mitolojideki Ogre’un karşılığı, insan yiyen dev bir canavar. Birçoğunu da yedi, bu kuzey yüzünün ve ona iliştirilen anlamların hayalinin peşinde. 1938’de ilk defa çıkılabildiğinde gazeteler tarafından adı cinayet duvarı konmuş, tırmanılması milli gurur meselesi haline gelmiş, “alplerin son üç problemi”nden biri olarak yapılamayanların en ünlüleri arasına girmiş, kahramanlık ümitleri sunmuş ve tırmanılması mümkün değil diye deneyenlerin kaza durumunda kurtarılmayacağı ilan edilmişti. Alain haklı, tarih itibariyle iki küsür saatte çıkılabiliyor. Mantıksız iş değil aslında, daha uzun süreliğine hava güvenli sayılabilecek kadar açmıyor çünkü!
Geldiğim mevsim bu yüz için en uygun kabul edilen zaman aralığına dahil, havalar henüz ısınmadığı için daha az çatlak genleşerek kayaların kopup düşmesine yol açıyor ve buzlu etaplar daha örtülü, sert. Yine de sırf havayı takip etmek bile heyecanlı, dağın bir anı diğerini tutmuyor.
-Şu Eiger Live’dan haberin var mı peki? Ne yapıyorlar, katılabileceğim bir şey mi?
-Dağcıların kendi aralarında yaptıkları şeylerden biri işte. Bazen burada etkinlikler, toplantılar oluyor, bu aralar da bu var. Kimse onların yaptıklarını anlayamazmış gibi davranmaktan hoşlanıyorlar.
-Siz yamaç paraşütçüleri öyle değilsiniz?
-Herkes bizimle uçabilir.
Bir yandan Mac’inde hava durumuna bakıyorduk zaten, fotoğraf açtı. İşte yeni birini bir pilot eşliğinde iki kişinin oturabildiği bir düzenekte uçuruyorlar, onun pilotken çektiği fotoğraflar var.. Şu Eiger Live’a giremezsem sonraki gün de yürüyeyim diye elimdeki yürüyüş rotalarının işaretli olduğu broşürlere daldım, uzanıp uzanıp Alain’e şurası nasıl, burayı önerir misin demeye başladım. Çevrede tırmanış alanları da var mı, şelaleler donuyor mu gibi şeyler de soruyordum, oradan konusu açıldı, bir arkadaşı via ferrata seviyormuş ve arada çıkıyorlarmış. Son çıktıkları yerin fotoğraflarına bakmaya başladık, bağlamsız kaya yüzeyleri üzerinde insanlar..
Doğa yürüyüşü ve bisiklet zaten burada hayatın doğal bir parçası. Kayak, patika koşusu, via ferrata emniyetli basit tırmanışlar ise belli bir derece kendini adama durumu söz konusu değilse lafı bile edilmeyecek uğraşlar, zaten burada olmak kendini bunların içinde bulmak ve gerekli becerileri edinmek için yeterli. Oberland’ı göbeğinde yaşıyor adam, spor yapmayıp ne yapsın?
Yanımda kemer ve tırmanış ayakkabıları vardı, kask gerekir mi dedim, olsa iyi olur dedi. Zaten ferrata’ya normal perlonla girmek de Türk usülü. Bilgisayarından Brezilyalılar haber atmış mı diye de baktım, yoktu, en iyisi derslerin başlamasına 3 gün olmasına rağmen 2 güne dönmekti. Biraz daha yürüyüş rotası baktım. Eiger Trail diye bir rota vardı aslında, gezimin konusuna da uygun olarak dağın eteğinden geçiyor ve farklı açılardan görmeye olanak tanıyordu. Oradan Lauterbrunnen’e tekrar inip-iki vadiyi ayıran sırtı aşınca cennete dönülebiliyordu- dönüşümü oradan yapabilirdim. Sordum, Eiger’i incelemek için uygun bir yol ama çevrede doğası daha güzel patikalar var dedi. Bir yandan da sürekli pencereden gözümün ucuyla incelediğim bu yüzü bir google aramasıyla her açıdan görmek ve haberini almak mümkündü, silsileyi farklı açılardan, daha önce bakmadığım kütlelerin etrafından görmek istiyordum biraz. Herkesin, hayatları boyunca Eiger odağının etrafında yaşadığı bir kasaba değilmiş ya burası, Alain’in önerdiği yerlere bakayım dedim, hem silsileden diğer dağların manzaraları vardı ve Wetterhorn oldukça ilginç bir kütleydi. Lauterbrunnen yolundan Breithorn ve Jungfrau görünüyordu, şimdi de bunlara bakabilirdim. Bazen kalkış için gittikleri First diye bir yer varmış, manzaralı, çok sevdiği bir yermiş. Yakınlardaki Bachalpsee gölüne yürürsun dedi, ben aslında First’e de onun önerdiği gibi teleferikle gitmek yerine yürümeyi planlıyordum. Yol çok uzun ve bir şey yok, çiftlikler ve ağaçlar dedi, bilmiyordu ki ben günlerdir çiftlik hayvanı sıkıştırıyorum! Bir de laf arasında tilkiler ve marmotlardan bahsetti, ortalıkta dolaşıyorlarmış, bunları canlı canlı görmüş olmasına şaşırmama şaşırdı, olağan şeylermiş- bana da olsunlar, deliririm! Hatta oradan da Faulhorn’a gitmek nasıl olur dedim, First’e teleferikle çıkacağım varsayımı üstüne değerlendirip çok yol var, ayrıca yüksekte olduğu için patika kardan kapalı olabilir ve işaretler olmayabilir şu anda dedi. Yine de bakacağım sonraki gün buraya girersem. Grindelwald 1034 metrede, First 2168, Bachalpsee 2266m, Faulhorn 2681. First’ten Bachalpsee’ye gidip gelmek 6km imiş, Grindelwald First mesafesi ise normalde yürünmediği için yazmıyor.
Ertesi gün erken kalkıp uçuşlardan önce hazırlık yapacağı için erken yatacaktı, ben de seninle çıkarım dedim. Normal haliyle oldukça rahat bir çekyatı vardı ama tüm karşı koymama rağmen çekyatı açıp ortalığı çarşaf, battaniye ve yastığa boğdu, tek gece kalacakken iş çıkarmak istemezdim, üstelik yanımda uyku tulumum da vardı.. O gitti uyudu, bense anlamsızca camdan bakıp Eiger’i izledim bir süre. Odanın köşesinde gelinlikli damatlıklı bir çiftin Jungfrau önünde çekilmiş bir fotoğrafı vardı, arkadaşları herhalde. Bakına bakına uyuyup dinlenmeye çalıştım, ama gece uyanıp uyanıp Eiger’e bakmaktan geri kalmadım.
Sabah meyve suyu içip hava durumuna-tekrar!- bakıp hızlıca toparlandık. Faulhorn dediği gibi kapalıysa ve çıkamazsam-ki öyleydi- buraya tekrar dönmeyeceğim için eşyalarımı yanıma aldım ve kapıda ayrıldık. Grindelwald merkeze yürüdüm, yolda bir fırından-buradaki fırınlar pastane gibi daha ziyade- karbonhidrat depoladım. Başka bir fırın vitrini gözlerimi sabah itibariyle hala geceki gibi apaçık olan Eiger’e döndürdü: kapının iki yanında iki camekan, birinde croissantlar baget ekmekler falan, diğerinde Eiger kuzey yüzünün bir maketi üzerinde ipe girmiş, tırmanan küçük lego adamcıkları yapmışlar- Eiger’e özel unlu mamullerinin tanıtımı! Eiger Live şerefine oldukça detaylı bir çalışma olmuş.
Önceki akşam kapalı olan tourism informationa gittim, Eiger Live kitapçığı alıp karıştırdım, nasıl bir şey olduğunu ve katılıp katılamayacağını sordum. Birkaç gün süren bir etkinlikti ve ben son günlerine kalmıştım. Ofisteki kadın bayağı ilgilendi, altı üstü tırmanış üzerine bir web sitesine izlenimlerimi yazarım diye düşünmüştüm, elim boş dönmeyeyim istedi. Patronu, ofisin yöneticisi organizasyonun başındaki ekipteymiş, gitti onu çağırdı, ben zaten sorun değildi derken üzgün olduklarını belirterek tüm yerlerin davetlilere ayrıldığını söylediler. Bir ödül töreni olacakmış. Ödül, önceki yıl ilk kez Ueli Steck’e, benim gittiğim 2009’daysa Simone Morro and Denis Urubko verilen bir prestij zımbırtısıymış, düşündüğüm gibi eğlencesine katılınacak bir etkinlik değilmiş zaten pek.
Eiger Live olmayınca yürüyüş planlarına döndüm, First aklıma yatmıştı ama buradaki kadının da önerilerini dinleyebilirdim. Haritayı çıkarıp First’e kadar baktığım yerleri gösterip fikrini aldım. Bir geçide kadar çıkıp Meiringen’i gören bir patika vardı, onu sordum.
-Teleferik kullanmadan çıkayım diyorum, yürüyüş olsun.
-Bu tam günlük bir yürüyüş, görüyorsun, uzun zaman verilmiş ve bunlar molalar hariç kestirimler. Tamamlayamayabilirsin, çoğu kişi gibi geçide teleferikle çıkıp yürüyerek inebildiğin kadar in, sonra inişin kalanı için aradaki istasyonlardan birine bağlanabilirsin. Rota başlangıcına giden otobüsler tren istasyonundan kalkıyorlar, yerini biliyorsun değil mi?
-Yoo?
-Buraya nasıl geldin, otobüsle mi o zaman?
-Interlaken’den yürüdüm.
-Ne?!
-Yani önce Lauterbrunnen’e yürüdüm, sonra vadinin çatallandığı yere dönüp bu vadiye girdim dün.
-Oh my god, bu sana kolay!
Tam bir hımbıl olduğum varsayımıyla değerlendirildiğimi anladığım bu noktada öneri möneri almayıp, teleferik de kullanmayıp First’e yürümeye karar verdim. Gösterdiğim diğer yer altı üstü patika, ve gayet yapılabilir bir mesafeydi, sanırım beni gözü tutmadı- yani atletik bir insan olduğum söylenemez ama o kadar yürüyebiliyorum yahu. Interlaken’e nasıl geldiğimi de söylemedim, hıh.
Eiger bilmemnesi adlı doğa sporları malzemeleri mağazalarının dizili olduğu ana caddede yürüyüp oldukça detaylı hazırlanmış, yapıların bile ayırdedilebildiği perspektif çizim-harita üzerinden patikamın girişini bulmaya gittim. Yolda bir yerin önünde batonlar yığılıydı, Leki’ler yüzde bilmemkaç-yarıdan fazla- indirimdeymiş, çifti 25 30 euro gibi bir şeydi. İndirimde bir de üzerinde Grindelwald falan yazan, kardelen motifli batonlar vardı, 15 20 euro gibi bir şeye. O kadar yürüyorum, hem hatırası olur, baton alayım dedim, satıcı kadın adeta daha pahalı olan Leki’lerden satmamak için elinden geleni yaptı. Biz bunları aynı yerde ürettiriyoruz zaten, hem onların tüm parçalarını ayrı alman gerekirken bunların simitlerini, neden isteyeceğimi anlamadığım birararada tutma klipslerini, ne olduğunu anlamadığım plastik parçacıkları, abuk subuk bir kılıfı falan da yanında veriyoruz, bak zaten aynılar diye diye hediyelik eşya olduğunu düşündüğüm şeyleri sattı bana. Daha doğrusu iki baton tipini de yokladım, hem gerçekten tasarımları baskılar haricinde aynıydı ve aralarındaki fark dayanıklılık/Leki garantisi olabilirdi, hem de pek hafif değillerdi ve iyi bir şey alırsam hafifinden alırım, bu dayansa da o kadar kullanasım yok zaten, hatıra diye alıyorum dedim. Hoş, batonlarımı kaybetmiştim önceden ve hala burada aldıklarımı kullanıyorum, sağlam da çıktılar.
Bir süre sevimli ahşap evlerin arasından, kapının önüne koydukları yalak şeklinde dekorlara, bakımlı çiçeklerine baka baka, kasabanın içinde yürüdüm. Ev kadar otel de vardı gerçi, ama yapı olarak geleneksel konut yapılarından farklı değillerdi, küçük kapasiteli, hoş, sıcak yerlerdi. Yapılaşma dağılımı ve yapı tipleri temelde Karadeniz’deki alçak yayla-kasabalardakine (Ayder gibi) benziyor, sadece ticari yapılar paraları olduğu için modern, yüksek, gösterişli(!) beton kütleler dikmiyorlar.
Evler seyrekleşti ve otlaklar arasında,hemen hemen hepsi sütlü kahverengi-beyaz benekli, pembe benekli ineklerin arasında tek tük ve daha küçük yapılar kaldı, direklerin üzerinde sık sık yerleştirilmiş okları takip ediyordum. Seçenek oldukça “sadece deneyimli dağ yürüyüşçüleri” diye işaretlenmiş yollara sapıyordum –burada işaretler mesafe ve yön veren, açıklayıcı olmayan oklar değil, patikanın zemin özellikleri, eğimi vb. düşünülerek derecelendirilmişler ve mesafeyle değil, çıkılan yükseklik gibi faktörler de dahil edilerek kestirilmiş molalar hariç tahmini zamanlarla işaretlenmişler. Bort, kolay patika, 1 saat 40 dakika gibi. Bir yolun inişine çıkışından daha kısa zaman biçiyorlar mesela. Süreler benim sırtımda yükle durmalar dahil çıktığımdan biraz daha uzun, tahminen bir ailenin beraber yürüyebileceği hızlar düşünülmüş. Haritada işaretleme sisteminin açıklaması var. Girdiğim zor işaretli yollar da çoğu yerde bir aracın geçebileceği genişlikte stabilize yollar, yer yer normal patikalardı, haritada yeri olan her hatta herkes girebilir sanıyorum. Benim yürüdüğüm kısmı çoğunluk teleferikle geçiyor, zaten yürürken arada teleferik hattının altından geçiyorum ve yukarıdan bakıyorlar, o yüzden burada uzunca süre yalnızdım ama genel olarak patikalar her yaştan insanla dolu. Yol üzerinde makul mesafelerde büfeler, restoranlar, konaklama yerleri olduğu için yüksüz dolaşıyorlar.
Geri baktığımda Eiger üzerinde eğreti duran bir bahar güneşiyle parlıyordu. Bu sabah ona ününü veren huysuzluğu uçmuş, önplanda pembe burunlu inekler ve parlak yeşil çimenlerle uzakta ufalmış, oyuncak gibi olmuştu. Altı üstü bir piramit. İnekli-çiçekli pastoral İsviçre fotoğraflarına arkaplan oldu bol bol.
Lauterbrunnen yakınlarında birbirinden çok farklı tipte üç inek gördüğümden beridir “alplerin son üç problemi” adlı bir ineksel çalışma çekmeye çalışıyordum, ama istediğim gibi üç ineği biraraya getiremedim. Koca popolu bir Grandes Jorasses, nemrut bir Eiger ve boynuzlu (öyle olunca inek değil öküz oluyorlardı di mi?) bir Matterhorn arıyordum, olmadı. Bu ineklere yanaşma kaygım bu rotada birkaç şokla bölündü. Otlakların etrafını çevirdikleri tellere hafif bir elektrik akımı vermişler. Uyuz inekler daha önce çarpılıp ders aldıkları için bu tellere değecek kadar yaklaşmıyorlar. Sonuç olarak onlara uzanmak, burunlarına dokunmak, çeşitli ilgi gösterilerinde bulunmakiçin tellere yaslanıp çarpılan hep ben oldum. İnekleri rahat bırakmanın bir seçenek olduğunu düşünmüyorum, boşuna mı geldim İsviçrelere?
Patika Bort’a kadar biraz düzensizdi, arada insanların bahçelerinden geçmem, çitlerden atlamam, biraz elektriği de oklar özel mülkiyet içinden geçen yollar gösterdikçe yemem gerekti. Sanırım insanlar evlerinden turistik haritalara işlenen patikaların geçmesinden rahatsız değillerdi, ben de gürültü veya kirliliğe yol açmamaya çalışıyordum zaten. Arada ağaçlar arasında küçük bir göl bile buldum, görmeye gelinesi cennetlerde yaşıyorlardı zaten, o kadar da olsundu.
Çıktıkça çevre bozlaştı, ağaç kalmadı. Dağların manzarası inanılmazdı, aralarından kıvrılan devasa buzul mavi-yeşildi ve kırık yüzeyi kristal gibi parlıyordu. Hiç bu kadar büyük ve gerçekten yeşil buzul renginde, parçalı bir kütle görmemiştim, bütün vadi buzuldu. Yalnız öğlene doğru yukarısı bulutlanmaya başlamıştı. Yamaçlardan eriyen kar sularının indiği birkaç yer vardı, oralardan su içiyordum, daha önce de yalakların musluklarından kullanmıştım, yanımdaki şişe de doluydu. Bort’taki teleferik istasyonunda da bünyeye büfeden Snickers’ı dayadım, bir de tabii fotoğraf makinesinin pili yine bitiyordu, yenisini aldım. İçeride Buff mağazası, Lowa bot test merkezi vb vardı –bu bahsettiğim First de olabilir, iki istasyonda da büfe ve tuvalet haricinde bir şeyler vardı.
Bort’tan itibaren yanımdan inen insanlar geçmeye başladı, bazıları First’ten başlayıp, bir yerlere gidip Bort’tan teleferikle inilen rotaları yürüyorlardı. Yukarı yürüyen birkaç manyaktan biriyse benim gibi tek başına dolaşan bir kızdı. Arada karşılaşıyor, birbirimizi geçiyor, yanlarda başka patikalara girip tekrar aynı yere çıkıyor, bakışıyorduk. Böyle böyle First’e de vardım, istasyonda biraz bakınıp, önündeki dağ manzaralı, ahşap çocuk parkına bayılıp, bu sefer hıncahınç dolu bir rotaya devam ettim: First Bachalpsee yolu.
Artık ağaç sınırının adamakıllı üstündeydim ve etrata marmotların kazdığı delikleri görmek beni kazanları da görme ümidiyle heyecanlandırıyordu. Yanımdan yığınla insan geçiyordu, aileler, turistler, bolca çekik gözlü.. Bachalpsee buranın ana turistik çekim merkezlerinden biri, bir bentle genişletilmiş bir dağ gölü, önündeki yamacın karşısındaki yüksek dağlar açık havalarda suda yansıyarak olağanüstü manzaralar veriyorlarmış. Lanet bulut alçalmaya başlamasa buraya gelen herkesin çektiği o çok güzel boşluğa açılan göle yansıyan dağ fotoğraflarından bir tane de bende olacaktı, neyse, zaten bu çevrede çektiğim fotoğraflardan göl ve gördüğüm hayvanlara ait olanları bulamıyorum, çok mutsuzum! Sanırım güzel oldukları için başka bir klasöre ayırdım, sonra da kaybettim, başkalarına gösterdiğimi hatırlıyorum çünkü.. Bu fotoğrafları çekerken bakıştıklarıma Asyalıların arasından kolum kadar objektif taşıyan bir çocuk eklendi, bir tür fotoğraf çeken Japon sözsüz birliği kurduk.
Yolda bir yamaca bakan bir çift gördüm, neye baktıklarını sordum, bir şey geçti dediler. Baktım marmot var, yukarı koştum. Objektifli çocuk geldi baktı, marmot var diye seslendim, söz de eklenmiş oldu. Sonra o da marmot buldukça bana seslenmeye başladı. Bu hayvanlar önceden düşündüğüm gibi fare veya gelengi gibi falan değiller, bayağı bayağı kedi iriliğinde, güçlü kemirgenler.
Göle vardığımda hava iyice alçalmıştı ve dağ manzarası falan yoktu. Bulutlar hafif aralandıkça dağ yüzeyinin azıcık bir kısmının göründüğü birkaç fotoğraf çekebildim, gölün yanına indim, çevresini dolaştım, bent tuhaf geldi. Ciddi ciddi bu yükseklikteki bu küçücük gölde enerji üretiyorlarmış. Bu arada yolda bakıştığım kız gelip bana seslendi.
-Tek başına kendi fotoğrafını çekemiyorsundur, çekmemi ister misin? Anı olur?
-Peki, sağol! Ben de seni çekeyim.
-Nerelisin?
-Türk’üm, sen?
-Avustralya.
-Güzelmiş! Benden uzun yol gelmişsin.
-Haha evet. Buraya en uzak yerden geldim herhalde. Seninkiler gibi botlar giysem iyi olurmuş, bu spor ayakkabılar ayaklarımı mahvetti! Çantamda bot da var, ama onlar da fazla sert.
-Bu hafif botlarımı seviyorum ya, “hiking” için çok rahatlar. Siz “bushwalking” diyorsunuz değil mi? Kıhkıh..
Göl kenarına oturup botlarını çıkardı, yanına geçtim, biraz lafladık. Gitmeyi düşündüğüm Faulhorn’un patikasına bakmış gelirken, o da orayı düşünmüş, çok kar varmış. Bele kadar dedi, daha girişten nasıl anladı bilemedim. Zaten gelirken göremediğim işaretin dönerken yamulduğunu, patika girişine kapalı diye –aşılmayacak bir şey olmayan- bir engel konduğunu gördüm. Her türlü oraya gitsem akşam yine Alain’de kalmam gerekecekti, bu da sonraki gün dönmemi aceleye getirecekti. 2266 metre yükseklikteki göl son durağım oldu, kapanan havadaki küçük aralıklardan son Eiger manzaralarımı almaya çalışarak 1034 metredeki başlangıç noktam Grindelwald’a dönüşe geçtim.
Dönerken daha fazla marmot arayışı içinde yamaçlarda koşturdum. Birkaç tanesini kaçırdım, sonra bir tanesini kovalaya kovalaya bir kayanın altındaki bir deliğe kadar takip ettim.Yere kapaklanıp içeri baktım. Burnu aydınlıkta, gözleri gölgede, vücudu karanlıkta, içeriden bana bakıyordu, ben de tüm kocamanlığımla dışarıdan ona. Korkmasını istemiyordum ama bir marmotu yakından inceleme isteği içimdeki Elmyra’yı çıkarmıştı. Objektifli çocuk geçerken marmot buldum, burada, gidemiyor diye seslendim, geldi, azıcık lafladık, lütfen onu çok korkutma ve suratına flash patlatma deyip gittim. Marmotumu sadece ben korkutabilirdim.
First istasyonunun hemen yukarısında bir tilki, evet evet kocaman tüylü kuyruklu kızıl bir tilki, büyük bir kayıtsızlıkla hemen yanımdan geçti. Bir metre. Kuyruğunu sallasa bana değecekti, neden sallamaz ki.. Uzansam değecektim, benden kaçmasın diye sakin olmaya çalıştım. Dünyadaki en güzel hayvanlardan biri tilki. Çok tüylü bir kere. Bana aldırmadan devam etti, peşinden yavaş yavaş yürüdüm, hatta gitti küçük bir sırtta poz verdi, bakıştık, sonra kayboldu. Doğal ortamında tilki gördüm!
Aynı yoldan indim ve son kez Grindelwald’da biraz turladım. Pastaneden beslenmeye devam. Vadiden geri yürüyecektim, hava gelirken olduğundan biraz daha açıktı, geldiğimden beridir hep öğleden sonraları kapanıyor, akşamüstü açılmaya başlayıp sabah pırıl pırıl oluyordu. Tam da göle denk gelmişti kapanma saati. Ardıma, gerçekten kıpkırmızı olan kaya duvarlarına baka baka dönüşe başladım. Eiger’in üzerinde ay doğuyordu.
Ben inerken hava karardı. 11 km aşağıda, 553 metre yükseklikteki Zweilutschinen’e kadar yoldan çok uzak gitmeyen ve onun ışıklarını biraz görebildiğim,arada birkaç evlik grupları geçen ve bunların yakınlarında en azından aydınlatılmış bir patikada, hafiften ürkerek de olsa kafa lambamla gittim. Oradan sonra patika resmen ormanın içine giriyordu, gelirken buranın karanlıkta böyle olabileceği dikkatimi çekmemiş. Orman önümde kabus gibi duruyordu, zifiri karanlıktı ve kafa lambamın ışığının ucundaki her gölge, her ağaç silüeti beni korkutuyor, her ses adımlarımla birlikte soluğumu da durduruyordu. Kafa lambamı önüme eğdim ama bu sefer de ileride ne olduğunu bilmemek korkutucuydu, durup durup sağa sola tuttukça binbir türlü gölge beliriyordu. Biraz gittim, sonra bir anda korkudan koşmaya başlayarak nefes nefese geri döndüm. Son aydınlık yerde biraz durdum, burada mı kalsam dedim. O gün 1232m irtifa alıp, 1713 metre indikten, ineklerle haşır neşir olduktan, marmot peşinde çamurda yuvarlandıktan sonra pek hijyenik görünmüyordum ve insanların ürkmeden arabalarına alabilecekleri kadar az kokmak için hostele inip, bir duş alıp, temiz bir bluz giysem iyi olurdu. Tekrar ormana daldım, bu sefer daha çok gittim, dönüşüm de daha hızlı koşarak ve daha ağlamaklı oldu. Karanlıktan oldum olası korktum, ne yapayım.
Yol kenarından yürümeye çalıştım ben de, ama yol karanlık ve virajlıydı, bu saatte boş diye karşıdan deli gibi süren şöförler geliyordu. Beni görsünler diye kafa lambamı açıp gözlerini almasın diye önüme tuttum, ama yürüyüş yolu ayrı olduğu için taşıt yolunun araç izi dışında hiç payı yoktu, hemen yanımda su akıyordu, ağaçların arkasından beliren araçların köşeleri dönerken karşılaşsak beni göremeyecekleri fikriyle çok güvensiz geldi yol. Bu saatte pek araç geçeceğini düşünmediğim için başta yapmadığım şeye, otostop denemeye karar verdim ben de. Durabileceğim bir yer diye istasyonun oraya döndüm. Oradan son bir otobüs kalktı, baktım, yanımda durdu. Çatpat Ingilizce konuşan şöförle konuştum, Interlaken’e gitmiyormuş ve son otobüsmüş. Otostop çekeyim diyorum dedim, tabii tabii iyi olur, umarım yolunda gider dedi gitti.
Aksi gibi tüm araçlar karşıdan, Interlaken yönünden gelip vadiden yukarı çıkıyorlardı. Normaldi, kentte bir şeyler yapıp köydeki eve dönmek mantıklı, o saatte yukarıda ne yapsınlar ki aşağı insinler? Bayağı bekledikten sonra aşağı giden bir iki araç da durmadı, gecenin bir yarısı boş bir vadide bir otostopçuyu almak güvenli olmayabilir hani.
Yağmur çiselemeye başladı. Umudu kestim ve iyice ıslanmadan bir saçak altına yerleşip burada gecelemeye karar verdim. Yer ıslanınca ıslanmamak için bulduğum tahta, eski, pürüzlü bir masanın üstüne çıkıp matımla tulumumu serdim. Çantam başımın altında yatayım dedim, uyumamıştım ki biri kız 4 Faslı geldi. Ne yapıyorsun, burada donarsın, yok sorun değil derken beni Interlaken’e bırakmak üzere arabalarına çağırdılar. İstasyonda çalışıyorlarmış, şimdi kapatıp gideceklermiş. Kız daha önce beni görmüş, dönemezse bakalım yolda kalmasın demiş. “Berberi var mı aranızda, daha önce de Faslılar araç bulamadığım yerlerden kurtarmışlardı beni, Melloblocco’dan profesörle görüşmeme yetiştirmişlerdi” derken Interlaken’e vardık ve gezimin gitmeleri bitti.
Ses çıkarmamaya çalışarak iki gece önce kaldığım hostelin çatı katına geçtim. Sonunda Eiger’i de görmüştüm ya, yolum tamamdı artık. Gitmelere son, sonraki gün dönmelere başlamak üzere dinlenmek lazımdı, bu sefer Interlaken Brig arasını doğru rotadan dönmeye çalışacaktım.
[embpicasa id=”5688519013284297537″]