Heidi Ülkesinin Yollarında -4- Alpin Turizm

Heidi Ülkesinin Yollarında -4- Alpin Turizm

İsviçre’de Eiger dağını ve Interlaken’i görmek isteyerek yola çıktım, otostopla gezeyim dedim, sonra yolda kaldım ve kayboldum, kar nedeniyle trafiğe kapalı bir dağ geçidini geçtim. O gün bir yere yetişemediğim için karşıma çıkan bir köyde bir evin arka bahçesinde kaldım, sabah muhteşem bir vadide olduğumu farkedip yolda kaldığım yerden itibaren 50km yürüdüm. Sonunda yol kenarında dururken duran bir araçla Jungfrau’ya açılan vadi ve Lauterbrunnen’e geçmek üzere hedefim Interlaken’e, Alplerdeki ilk turizm merkezlerinden birine ulaşabildim.. Tüm yolculuğu berner oberland 2009 diye etiketliyorum.

Meiringen’den yola çıkmış yürürken durup beni alan İsviçreli kız ve Faslı adamla göl kenarından “göller arası” demek olan Interlaken’e gidiyordum. Göllerin isimleri diğer uçlarındaki şehirlerle aynı, doğuda Brienzersee gölü ve Brienz şehri, batıda Thunersee gölü ve Thun şehri var. İki gölü bağlayan kanal üzerinde, Alplerin Jungfrau bölgesinin kuzeyinde, hem bu bölgedeki ulaşım ağının düğüm noktası, hem de yüksek zirvelerin manzaralarıyla keyifli bir etkinlik çıkış noktası olarak İsviçre’nin en eski turizm merkezlerinden biri, Interlaken duruyor.

Otostop gezime parmağım cebimdeyken bile durarak bir otostop anısı olarak dahil olan İsviçreli kız, biraz daha uzun ve manzaralı olan yoldan gitmeyi önermiş, yolda gördüklerimi açıklıyordu. Uzaktan gölün diğer kıyısındaki bir yapıyı gösterdi, ağaçlar arasında, dik bir yamaca kurulu, taş cepheli bir otel. Teknelerle gidiliyormuş, çok ünlüymüş. Şuradan geçeceğiz, buradan gideceğiz diyor, arabayı kullanan Faslı çocuk konuya fazla katılamıyor, İngilizcesi akıcı değil. Müslüman mısın gibi bir iki şey sordu, kendini tanıttı anca.

Arka koltuktayım, çocuk gibi burnum cama dayalı, yarım kulakla kızı dinleyip merakla dışarı bakıyorum. Bazı zirvelerin yoldan görülebilmesi lazımdı galiba.. Interlaken’i İsviçre’nin en eski doğa turizmi merkezlerinden biri yapan şeylerin başında Jungfrau dağının yolu üzerinde olması ve manzarası var, vadi tabanından bir anda 3km yükselen bu ihtişamlı dağın karlar altında saf bir güzelliği olduğunu düşünüyor, dinlenmeye, kutlamalar yapmaya eteğine geliyorlarmış. Yön duygusu da kalmadı bende, tam neredeyiz ki?

-Yoldan Jungfrau görünecek mi?

Faslı çocuk-There is no Jungfrau in Switzerland!

..diyerek elini kızın bacağına attı, kız gülümsedi (oo seviyesiz ilişki, hastasıyız konseptin). Jung(genç) Frau(kız) tamlaması “bakire” demek, bunu açıklamadı ama biliyorum. Benim buradan sonra gidip görmek istediğim Eiger dağının adı da Ogre-bir tür canavar demek. Aynı sırt hattı üzerinde doğuda Eiger, batıda Jungfrau var, ortalarında da rahip anlamına gelen Monch duruyor, bakireyi canavardan koruyor. Eli kızın bacağında, çocuk “İsviçre’de Jungfrau dağı/bakire yok!” diyordu, Alplerin bu bölgesi Jungfrau’nun adıyla anılıyor, dağ olan var, ondan eminim!

Yanımızdan hayatımda büyük ihtimalle bir daha görmeyeceğim lüks üstü açık nostaljik araçlar içlerinde tam kostümlü şöförlerle geçiyorlardı. Pilot başlığı gibi bir gözlüklü-kulaklıklı şapka takmış şöför, yanında başına bağladığı fular boynundan arkaya doğru uçuşan kırmızı rujlu bir kadın, bir başka araçta smokinli papyonlu bir bey, çeşit çeşit konseptlerde araçlar üst üste yanımızdan geçiyorlardı.. İsviçreliler zenginlikten sapıtmamışlardı herhalde, geçit-buluşma gibi bir şey vardı, özel bir etkinlikti. Araba merakım olmamasına karşın gördüklerimin dünyada bir kaç örneği olan araçlar olduklarına ikna olmuştum ve hayranlıkla izliyordum, İsviçreli araba sahiplerimin de ilgisini çekmişti ama arada oluyor böyle şeyler tavrındalardı. Şehre girişimin bu kadar ilginç olması hoşuma gitti, rehberlik yapan bir araçta otostop ve gösterişli bir geçit- gezerken en sevdiğim şeylerden biri planlamadan dahil olduğum etkinlikler, bir gidiyorsunuz festival çıkıyor, hele çok turistik olmayan yerlerde yerel etkinliklere denk gelmek tadından yenmiyor. O kadar turistik olmayan bir geçit olmasa da bu İsviçre’ye yakışıyordu.

Gölün kıyısında kısa çakıllı şeritler belirip yokoluyordu, aklıma çantamdaki bikini geldi. Göllere girildiğini okuduğumu, şu aralar bunu yapan olup olmadığını, nereden girildiğini sordum. Yok artık dediler, yazın çok kısa bir dönemde bunu yapan oluyormuş ama o zaman da az kişinin yaptığı bir delilikmiş, hele kışın yeni bittiği, gölün en soğuk olduğu bu mevsimde, bu cam göbeği renkli buzul suyuna..  göllerin buz gibi olmalarına karşın donmamalarının çok derin olmalarından kaynaklandığını söylediler, kışın donmadıkları gibi yazın da çok geç ve çok az ısınıyorlarmış. Bikini çantada kalacak, dağ turisti öyle her şeye heves etmeyecek.

Uzaktan gizem parkını da gösteriyorlar. Yüzeyi prizmalardan oluşan küresel bir anıtla uzaktan seçilebiliyor. Yeryüzünde gerçekleşmiş gizemli olaylarla ilgili enstelasyonlar falan varmış, bana ne.. Ben artık –sonunda- İnterlaken’deyim ve nereye gideceğimi soruyorlar, otelime bırakabilirlermiş. Yola çıkarken bulduğum couchsurfer kabul eden hostelin nerede olduğunu bilmiyorum, elimde adresi var. Siz beni bir yerlere bırakın bulurum dedim, en merkezi yerin neresi olacağını tartışıp güzel bir yerde bıraktılar. Çok güzellerdi.

Interlaken oldukça canlı bir yer, her tarafta dağlara-dağcılığa-kayağa ve özellikle yamaç paraşütüne atıfta bulunan şeyler var. Her daim uçan insanlar görünüyor, havada paraşütçü olmayan saat yok gibi.. Etkinlik ilanları, turlar, kartpostallar, malzeme mağazaları, alakasız konular bile dağcılığa bağlanmış.. merkezde zemin katta kocaman cam bir vitrin, arkası bir afişle kaplanmış: “Jungfrau’dan önceki son sex shop!”. Dağlara giderken çeşitli aparatlara ihtiyacımız oluyor tabii ki..

Ueli Steck’le Eiger üzerine afişleri, İsviçre’nin maskotu olmuş sevgili inek hayvanı konulu sokak enstelasyonları, Victorinox çakı mağazaları, saatçiler ve türlü İsviçre denince akla gelecek şeyin arasında dolaşarak kapalı olan ama önünde döküman bulunan tourism informationı bulup harita ve broşüre gömülüyorum. Çevredeki dağlarda buz tırmanışı gibi Türkiye’de neredeyse adı geçmeyen türlü etkinlik dahil hemen her şey için broşür hazırlamışlar, dağların değişik perspektiflerden çizimlerine patika ve rotalar işaretlemişler, her şey çok güzel, yük olacak ama almadan duramıyorum, niyetim gelmeyenlere göstermek, isteyen olursa vermek bunları. En önemli broşür konularından biri de Jungfraubahn- İsviçreliler çılgın oldukları için 3454 metre irtifadaki Jungfraujoch dağ geçidine tren yapmışlar. Burada Jungfrau bir tarafta, Monch diğer tarafta kalıyor, yakınlarda da dağ evi var, birkaç saatte istenen zirve yapılabiliyormuş, yapmayanlar da oturup manzaralı manzaralı yemek yiyip, gece kalıp dağ havası alıyorlarmış.. Gelmeden gitsem mi diye düşünüp hem malzemem olmadığı hem de tren vb. çok masraflı olacağı için vazcaymıştım, ama baktığım kadarıyla önce daha alçak ve kolay olan Monch’a aklimitizasyon için tırmanıp sonra da Jungfrau yapıyor insanlar. Bu tren hattı beni buralara getiren Eiger’in de içinden geçiyor, kuzey yüzünün ortasına pencereyle açılan bir istasyonu var, kurtarma hikayelerinden bilinen meşhur istasyon.. Beckoning Silence’ı çekerken Joe Simpson’un yaptığı gibi bazı insanların treni kullanan yüzlerce Japon turistin bakışları altında çıkıp tırmanışa başladıkları istasyon, Joe Simpson’un deyişiyle buradan çıkınca boşluk hissine alışacak fırsatınız pek olmuyor, bir anda kuzey duvarının ortasındasınız!

Haritamın da olmasıyla gittim hosteli buldum. Girişinde barbeküde et yapıyorlardı, eh acıkmıştım da, üstelik iki gündür çantamdaki abur cuburu kemiriyordum, çıkarken alırım bir şeyler diye içeri girdim. Resepsiyondaki kıza “Couchsurfing’de girişte parolayı söyleyin yazmışsınız, ee, Heidi” dedim, göz kırptı ve çatı katındaki boulder salonunun kapısını tarif etti. Couchsurferlar burada ücretsiz kalabiliyorlar, tulum getirin demişler, ben mat da götürdüm ama yerde çarşaflı şilteler ve battaniyeler vardı.. güzelmiş diye düşündüm, günler sonra popom yumuşak zemin görecekti! Ama önce ellerim plastik görsündü, adeta yapmadım dememiş olmak için tırmanış ayakkabılarımı çantamdan çıkarıp tüm beceriksizliğimle çatı eğimine çakılmış az sayıdaki tutamakla birkaç şey denedim. Böyle bir yerde olmak da, böyle yerlerin varolması da çok keyiflendirdi beni. Sonra birileri geldi ve ben duşa kaçtım, çimlerde yuvarlanmak, üstünü hiç değiştirmemek ve benzeri leş gibi olma sebepleri.. Botlardan kurtulup ayaklarıma parmak arası terliklerimi geçirdim, ayaklarıma göl havası aldırmaya dışarı çıktım.Çıkarken güzel etleri kaldırmışlardı, sosisleri istemedim, gittim marketten atıştırmalık aldım biraz daha. Bir de bu gezideki temel harcamam pil oldu, pili bir var bir yok sanan fotoğraf makinesi hep en güzel kareleri sabote etti.

İlk hedefim tren garı oldu, geçit yapan araçlar oraya gidiyorlarmış gibi gelmişti yoldan. Bu arada sürekli havada bir kaç paraşüt görünüyordu, Interlaken yamaç paraşütüyle ünlü ama bu kadar da olmaz ki! Yolda paraşüt turlarının ilanları “sizi x tepeye çıkarıp otelinizin önüne indiriyoruz” şeklindeydi. Dolaşırken bunun yanıltıcı bir açıklama olmadığını anladım, çünkü kentin en eski otellerinden, Jungfrau’ya bakan ünlü Victoria’nın önündeki kent meydanı paraşütçüler için iniş parkı olarak düzenlenmişti, geniş bir çim alan ve çevresinde banklarda uçan insanları izleyenler vardı! Her kentin meydanı kimliğini, tarihteki rolünü yansıtma görevini taşır, bu yüzden İtalya’daki ortaçağ kentlerinin meydanlarında kiliseler, Sovyet kentlerinin meydanlarında kamu yapıları, Times meydanında alışveriş ve ofis mekanları var. İstanbul’daki Taksim meydanı denen refüjden bozma, trafik karmaşasının ortasındaki açıklığa bakarak da İstanbul’a başıboşluk, karmaşa ve gürültü şehri diyebiliriz.. Interlaken ise doğa sporları şehri!

Tren garı çevresinde o acaip araçları bulamayınca Brienzersee kıyısından geldim, bari şimdi de Thunersee’ye gideyim dedim. Brienzersee nehirlerden besleniyor, Thunersee de Interlaken içinden geçen kanal aracılığıyla Brienzersee’den. Yanlış hatırlamıyorsam göllerin kotları farklı, Thunnersee daha alçakta. Yeşillikler içinde bir yürüyüşle, bir golf tesisinin ve tarlaların yanından geçerek, yanımdan atlarıyla geçen iki kişinin peşlerinde koşan köpeği severek keyifle göl kıyısına vardım. Gölde başında beyaz maske gibi bir yüz olan, siyah kuşlar yüzüyor ve kıyıda ayakta duruyorlardı. Yeni hayvanlar görmek hep hoşuma gitmiştir, çocukluğumu Bilim ve Teknik dergisinin arka kısmında (ben 10-11 yaşındayken kaldırıldığında çok üzüldüğüm) bir ay flora, bir ay fauna olan bölümdeki canlıları bir gün görmeyi hayal ederek geçirdiğim için olsa gerek.. çok küçüktüm ama hatırlıyorum, bir ansiklopedide gümüşçün diye bir böcek bulmuş, sonra kitaplıkta ona benzer bir böcek görünce çok heyecanlanmıştım-bilim adamı gibi onu tespit etmiştim ve inceleyecektim! Saklayalım diye anneme götürdüm ama imha edildi tabii.. Neyse, Su çok garipti, uzaktan görünen parlak cam göbeği, boya gibi duran rengi yakındayken de değişmiyordu. Şeffaf değilmiş, bir bardağa koysam arkasını göremeyeceğim kadar mavi-yeşilmiş gibi belirgin bir renkle parlıyordu yüzeyi. Buzul suyu tuhaf şey. Kenarında bir taş bulduğumda oturup ayaklarımı suya sokarken boyalı bir sıvıdaymış gibi mavi görünebileceklerini düşündüm. Normal suydu işte. Yalnızca çok soğuktu, ayaklarım mavileşirse bundan bilebilirdim.. gölde keyif çatacağım diye inatla bir süre alışmak ümidiyle suda tuttuğum ayaklarıma yazık.

Sabah erkenden yürümeye başlamayı planlıyordum. Buraya gelene kadar “gitme amacım da yürümek zaten” diye ulaşım için güzel bir  sürpriz yürüyüş yaparak ayaklarımı biraz hırpalamıştım zaten, buzul suyu terapisinden sonraysa asıl hedeflediğim yollar vardı önümde. Interlaken’in güneyinden Jungfrau bölgesine bir yol gidiyor ve ileride iki vadiye bölünüyordu. Beni buraya çeken doğudaki vadinin sonunda, tırmanışçılar ve tırmanış seyircilerinin efsanesi Eiger’in kuzey yüzünün altındaki, filmlerde zengin turistlerin macera filmi izler gibi tırmanış ve kazaları izlemek için üs olara kullandıkları Grindelwald kasabasıydı ve yürüyerek gidip orada Couchsurfing’den ayarladığım Alain’in evinde kalmayı planlıyordum. Bu kuzey yüzü “Alplerin son üç problemi” olarak anılan efsaneleşmiş tırmanışların arasındaydı ve bir yerleşim biriminden doğrudan seyredilebildiği için görsel olarak en etkileyici hikayelendirilen zorlu dağ yüzlerindendi. Hayatımın herhangi bir döneminde o kadar ciddi tırmanışlar yapma çabam/potansiyelim/niyetim olmasa da okuduklarım, izlediklerim beni bu dağı yerinde görmeye; insanların ona nasıl baktığını, altında nasıl yaşandığını, oralılara ne ifade ettiğini, bu kadar insanı ölümleri pahasına nasıl kendine çektiğini, altında durulunca neler hissedileceğini merak etmeye itiyordu. Buraya tırmanma isteği duyduğunu bildiğim –ve gerekli becerilere sahip- ama yakınında olmasına karşın tırmanış planı olmadan sırf onu görmek için gelmeyi hiç düşünmediğini söyleyen (insanoğlu çeşit çeşit) birine yığınla dükkan ve kartpostal arasından arayıp yüzdeki ilk rotanın çizili olduğu bir tanesini buldum attım. Oraya gecelemek üzere akşam gideceğim içinse öncelikle Interlaken’e kasvetli kuzey yüzüyle ilgisi olmayan kitleyi çeken, henüz bulutlardan görünmeyen beyaz bakire dağı Jungfrau’ya açılan batıdaki vadide Lauterbrunnen kasabasına yürüyecektim, sonra dönüp Eiger’e açılan diğer vadiye geçecektim. Lauterbrunnen Grindelwald’dan daha hoş bir yer olarak biliniyordu hem. Bunlar için de biraz yatıp dinlensem iyi olurdu artık.

Hostele geri gittiğimde geceyi geçireceğim boulder salonu/çatı katında bir kızla çene çalan beş Amerikalı çocuk, ve girip balkonda içiyoruz isteyen gelsin deyip çıkan başka ülkelerden birileri vardı. Fazla konuşmadan dinleneyim dedim, insanlarla tanışmayı seviyorum ama gençler “Eurotrip yeaahh” modunda bir heyecan içindelerdi, hani “Yazın Avrupa’daydım çok bira içtim Amsterdam’a falan gittim adamım!” tadında.. İsviçre’de yapılan türden etkinlikler falan yapmak istiyorlarmış, kanyoning diye broşür var o ne ki diye tartışıyorlardı, bir sürü doğa sporunu aynı anda yapacakları bir şey olduğuna karar verdiler. İlk defa couchsurfing deniyorlarmış, buradakinin pek tipik bir örnek olmadığını, insanların yanında kalınca daha anlamlı olduğunu söyledim. Beş sapı aynı anda ağırlayacak yer bulmakta zorlanıyorlarmış, mantıklı. Kızla “feysbuk arkadaşlıkları sonsuza dek sürer” diye kikirdeyerek isim alışverişinde bulundular. Sonra konuşacak olan çıktı, kalan kaldı, gece kalkıp biraz da kasabayı gece turladıktan sonra geri yatmak üzere uyudum. Yumuşak zemin, yaşasın!

Interlaken ve Jungfrau bölgesi ( http://www.interlaken.ch/ )

Interlaken ve Jungfrau bölgesi ( http://www.interlaken.ch/ )

dscn3939Hostelde couchsurferlar ücretsiz kalabiliyorlar, kahvaltı neyim de satın alabiliyorlardı. Sabah yedide başlayan kahvaltıyı alıp, hemen atıştırıp yola düştüm. Pırıl pırıl bir sabahtı ve gideceğim yönde Jungfrau apaçık görünüyordu. Deniz seviyesinden 567m yükseklikteki Interlaken’in dışında vadilere giden yolun başındaki tabela 796 metredeki Lauterbrunnen’e 12km diyordu, buradan devam edip aşağı yukarı 850 metreye kadar .yürüdükten sonra 5 km kadar geri 553 metredeki Zweilutschinen’e inip, 11 km ileride 1034 metredeki Grindelwald’a gitmeyi planladım.

Yolum önceki günkü göller gibi parlak cam renginde akan, beyaz köpüren, boya mavisi suyun araç yolundan farklı yanında, tren yolunu gören, yol boyunca birkaç küçük ve sevimli ev öbeğinin arasından geçecek bir patikaydı. Yanımda orman örtülü bir yamaç, patikanın çatallandığı her noktada gidebileceğim yerleri mesafeleriyle gösteren işaretler vardı. Çoğunlukla bisiklet yolundan gittim ama bisiklet ve yaya yolunun da ayrıldığı oluyordu. Hani araçla, trenle, bisikletle, yaya olarak, yer yer teleferikle aynı yere birbirine değmeden ve her koşulda orman içinde hissederek gidilebiliyordu. Bir de su vardı dönüş için, yolda rafting yapanları gördüm, su çok hızlı ve engelli akıyordu, iki adam da patikadan malzemeleriyle suya iniyorlardı.. hemen ilerilerinde nadir bir balık türünün bir şey alanı olduğuna dair tabela olan yerin ilerisinde –sanırım kaçak- balık tutan bir amca da eklenince keyifçilerin yavaş yolu oluyordu burası ve yolda özellikle görülmesi önerilen bir şey olmasa da havadar havadar yürünüyordu. Karşımda yol döndükçe Jungfrau belirip belirip kayboluyor, ağaçların arkasına saklanıyor, önü kaya duvarlarıyla örtülü sırtlarla kesiliyordu. Vadilerden dağlara yürümenin bir güzel yanı yaklaştıkça pek büyümemeleri, bu onlara yavaş yavaş yaklaşmayı daha ilginç yapıyor bence. Bu hissi Val Masino’ya ilk gittiğimde otobüsü kaçırıp vadiyi yürürken Pizzo Badille’nin sırtına bakmalardan hatırlıyordum, etraf yeşil ve dostane, karşıdaysa dev bir dağ, o kadar büyük ki gittiğin mesafeler onun için bir anlam ifade etmiyor, dağ görece o kadar büyük!

Jungfrau yerden bir anda 2km kadar yükseliyor. Eteğindeki vadide bahar varken o kar ve buz örtülüydü. Rengarenk çiçeklerin arasından yürürken tahmin ettiğim burayı ziyaret etmek için en iyi zamanın o anki gibi bahar olduğu.. gittiğim yer Lauterbrunnen ise şelaleleriyle ünlü, kaya duvarlarından kesintisiz yüzlerce metre inen ve yere varana kadar buharlaşan şelaleler bunlar. O mevsimde karlar erimeye başladığı için şelaleler en dolu hallerindelerdi herhalde. Vadinin yukarısında da dünyanın en ünlü “sırtçantalı” duraklarından Gimmelwald var, gelmeden gördüğüm yazılar “Cennet abartıldığı kadar iddialı değilse beni Gimmelwald’a geri yollayın!” gibi cümlelerle tanımlıyorlardı burayı. Bir kaya duvarı ve ormanlı bir yamaçtan “via ferrata” aracılığıyla ulaşılabiliyor veya teleferikle çıkılabiliyor. Köyde motorlu araç yok. Okuduğum kadarıyla fırın bile yokmuş. Özelliği yıllar önce birinin bu dünyanın en güzel yerlerinden birine bir hostel açması, etrafta hiç bir şey olmayan, gerçekten sakin ve huzurlu bir köyde, gerçekten yalın bir zaman geçirebilmek için. İmkanlarıyla değil, akıl almaz güzelliğiyle ünlü yani, ve akşam Grindelwald’da kalacağım için oraya gitmekle uğraşmayacaktım, kalıp havayı sindirmelik orası.. Yalnız dünyayı bilemem ama, benim gördüğüm en güzel yer olarak iddiasına katılabilirim Lauterbrunnen vadisinin.

dscn4156Lauterbrunnen’e vardığımda trenle gelen insanların da katılımıyla yalnız ve sakin yürüyüşüm turistlerin arasına karıştı. Etrafta “7 şelale vadisi” gibi broşürler ve afişler vardı. Görmek zor değil, dev bir şelale zaten kasabanın üstüne akıyor gibi, o kadar yakın ve girişten görünüyor.. Küçücük bir yerleşim, içinden geçip gitmek 5 dakika alıyor. Bu arada açtım ve yemek aradım, alelacele tren istasyonundan sandviç kaptım, bir an önce ilerlemem lazımdı- neredeydim ben? Rüya olsa bu kadarını düşünemezdim!

Ağaçlık yamaçlar arasında ilerleyen vadi burada genişleyip çitlerle çevrili, çiçekten yeşili görünmeyen düzlükler arasında giden bir yola dönüşüyordu. Karşıda Jungfrau artık yamaçların ardında değil, çiçek dizilerinin uzaklaşarak biçimlerini kaybedip sadece renk şeritlerine dönüştükleri bir çizginin üzerinden yükseliyordu ve dağın buzuna yansıyan mavi, açık gökyüzüne karışıyordu.  İki yana gerileyen yamaçlar şimdi kaya duvarlarına dönüşmüşlerdi. Üzerlerinden fışkıran su, yüzlerce metre bulut gibi hafifçe yüzeyden havalandıktan sonra yere sanki değmiyordu, aşağıda ışığı kıran damlacıklar uçuşuyorlardı. İkinci şelalenin altında koyunlar otluyordu, gidip hepsini kurulama bahanesine sıkıştırmak istedim. Çayır çimen görünce depreşen çiftlik hayvanı sevgimi, Berner Oberland’ın kendine özgü çiftlik köpeği (Bernese mountain dog) çekincesi koyunlardan uzak tutsa da yol kenarındaki ineklerin ıslak burunlarıyla oynamam kaçınılmazdı. Kasabanın hemen dışında dünyanın en cennetsi mezarlığının yanından geçmiştim, Dolomitlerde Val di Fassa’da gördüğüm mezarlıktakilere benzer, kayalık zirveleri andıran mezar taşları ardında manzaranın hangi muhteşem kısmını kadraja alsam bilemedim, sağda şelaleler, solda çiçekler ve nehir, karşıda dağlar vardı.. Yanımdan çoğu yaşlı turistler yürüyordu ve hepsinin suratında anlık olmayan bir gevşemiş gülümseme vardı, dağdan gelen rüzgarın taşıdığı çiçek tozları yüz kaslarına iyi geliyordu sanırım. İnsanlar durup dururken bana gülümsüyorlardı, ben de onlara. Kendi fotoğraf makinemi kırınca Rossana’dan ödünç aldığım eski basçek Nikon yine pil isyanındaydı ve elimde bir şey kurcaladığımı gören insanlar kendiliklerinden gülerek yaklaşıyorlardı.

dscn4246Lauterbrunnen gördüğüm en etkileyici yerdi belki, yürüdükçe yeni yeni şelaleler karşıma çıkıyor ve masal ürünüymüş gibi kurgulanmış bir bahar günü sunuyordu. İlkbahar burada şehirdeyken anlam veremediğim doğanın uyanışı lirizmini hakediyordu- ilkokul kitaplarında mevsimler şehirdeyken hava sıcaklığının değişmesinden başka bir şey ifade etmiyordu; buradaysa su daha gür çağlıyor, hava aydınlanıyor, karlı Jungfrau mücevher gibi parlıyor, insanların neden dinlenmeye Alplere gelmek isteyebileceklerini gösteriyordu. Benim gezimse canavar anlamına gelen isimli dağ Eiger’in cinayet duvarı olarak anılan kasvetli kuzey yüzünün eteklerineydi. Bir süre etrafıma bakındım, keyiflendim, o kadar. Sonra Interlaken’i İsviçre’nin en eski alpin turizm merkezlerinden biri yapan cennetten geri yürümeye, Eiger’in eteklerine, burayı zamanının güç gösterilerinin hedefi, maceraya aç turistlerinin gözlem alanı yapmış, estetik açıdan daha vasat kasabası Grindelwald’ın yoluna koyuldum. Benzer bir vadi yürüyüşüyle bu sefer ormanlık sırtların arasında, yürüdükçe giderek alçalan hava nedeniyle gri bulutların arkasında kalacak ve Jungfrau baharından uzaklaşacak olan Eiger’i, gezimin tetikleyicisini arayacaktım.

[embpicasa id=”5688524978031063857″]

Aynı geziden başka yazılar