Antakya Nasıl? Yenir mi?

Antakya Nasıl? Yenir mi?

 

_MG_0696Antakya dediğin yenilebilen şeyler bütünüdür. Başka şeyler de var, ama yemeye devam edemeyecek kadar tokken zaman geçirmelik.

Uzun zaman Hatay ve Antakya’nın eşanlamlı olduğunu düşünmüş tek kişi ben değilimdir. Yok değilim. Biri daha eski ismidir gibi bir durum vardır diyordum, var sanırım, ama şu anda Hatay ilin adı, Antakya da merkez ilçesinin. Ne zaman ki -birkaç yıl önce- burayı kesinlikle görülecek yerler listesi ve ilgi alanlarım dahiline aldım, o zaman bu ayrımı duydum. Ha bir de İskenderun almış başını gitmiş, merkezden büyük, o ayrı. Bu seferlik Antakya izlenimleri yazayım diyorum.

Antakya ile ilgilenmenin sebebi veya getirisi olabilecek şey bir yerleşimin ne kadar kozmopolit olabileceğini görmek. Hatay coğrafi yapısı, doğu-ortadoğu-batı ticaret yollari, Mezopotamya’dan Akdeniz’e açılan bir liman olarak politik konumu ve bir sürü konumsal sebeple herkesin iz bıraktığı bir yer. Bu yüzden gidene kadar il bütününde bir etnik-dini çeşitlilik bekliyordum. Kırıkhan gibi gayet homojen ilçeleri de olduğunu gidince görmüş oldum. Antakya’nın Hatay içinde de ayrı bir konumu var yani, Hatay denince akla gelen o çeşitliliğin merkezi orada.

Daha önce Suriye’ye giderken Antakya’dan şöyle bir geçmiştim ve daha önce burayı buralı biriyle gezmiş sevgilinin merkezde görülecek bir şey yok tespitine hem şaşırmış, hem de zaman geçirmeme-dönüşte buradan geçmeme kararına uymuştum. Bu kadar kozmopolit bir yer fiziki çevre bakımından da çok zengin olmalıydı, ne bileyim dairesel yollarıyla Ermeni mahalleleri, işgalden kalma Fransız bulvarları, organik yollarla yamaçlara kurulu bir Türk şehri olmalı; İstanbul’da, Midyat’ta olduğu gibi camiler, kiliseler, sinagoglar bahçe duvarlarını paylaşmalıydı. Halbuki Antakya hızla şehirleşmiş, nitelikli dokusunu büyük oranda kaybetmiş veya atıl bırakmış, bölgelerini bütüncül olarak koruyamamış, endüstrileşme karmaşası içinde çıplak gözle görülebilir değerlerini geri plana atmış bir yer. Hatay’a turla gitseniz bir yapıdan diğerine taşınırsınız hani, sokaklarına dalıp mest olayım, zamanda yolculuk yapayım, tarihi iliklerimde hissedeyimcilik yok. Kentin bugününün zenginliğini, dinamizmini, yaşamın kendine özgülüğünü hissedebilirsiniz ama manzara önünde fotoğraf çektirme turizmine gelmez.

_MG_0969_MG_0973Antakya’ya giden birini en çok etkileyecek şey yemek-kartpostal gibi fotoğraflarla dönülmese de güzel yemek anıları ve sempati güzeli göbeğiyle dönülebilir. Her taraf künefeci dolu tabii ki, ve bunlar peyniri (ki Suriye bilgisi der ki künefe o peynirin adıdır zaten) bol koyar, öyle İstanbul künefesine benzemez. Bunun dışında İstanbul’da görsem usta Antakyalıymış diyeceğim bir tarif yok, kimi daha kıtır, kimi daha yumuşak, hepsi lezzetli, en mantıklısı her tarafta bir sürü künefe yemek, mümkünse gitmeden biraz kilo vererek vücudu bu yüklemeye hazırlamak.

Meze konusuna giremiyorum, ne desem yetersiz kalacak, küfür gibi olacak. Çok acaip bir insan olduğum için meze sevmiyorum, ne diyeceğimi bilmiyorum. Meze yenecekse burada yenir işte, zaten çoğunun icat edildiği coğrafya falan. Yığınların ortasını bastırıp tereyağı dolduruyorlar, gölet halinde geliyor, karıştır karıştır ye. Kilosal durumlarınızı ayarlayın dedim.

_MG_1038_MG_1039_MG_1037

_MG_1014Künefe’den önce veya sonra (midesizim ben) yemeye et yemekleri gani. Porsiyonlar devasa. Benim en çok hoşuma giden şeylerden biri lavaşları incecik açıp arasına acılı veya isterseniz acısız bir tür salça sürerek iki katlı halde servis etmeleri ve bu iki katlı şeyin bile İstanbul lavaşından ince olması, üstelik çok lezzetli. Her türlü kebabı nefis yapıyorlar, iyi et ve hamarat insanlarla ilgili bir durum herhalde. Özel denebilecek bir et durumu ise çarşıda veya başka bir yerde kasaplara girip, kiloyla et alıp “abi bi tepsi kebabı” diyebiliyorsunuz. Kasap etleri maydanozla falan hazırlayıp çevredeki bir fırına yolluyor, oradan pişen etler lavaşlarla geliyor. Kasabın arkasında veya üst katında bölmeler oluyor, orada ucuza kiloyla et yemeği yenebiliyor.

_MG_1175_MG_1018Çarşıda dolaşırken yerel adı başka bir şey olan, kara havuç diye izah edilen şeylerle servis edilen şalgamlardan içilebilir, seyyar satıcılardan türlü acaip gıda temin edilebilir. Salep bile sınırlarını zorlamış, seyyar salepçilerin hepsi karmaşık bir tatlı olarak yaklaşıyor kendisine. Üzerine fındık, fıstık, damla çikolata, hindistan cevizi, sıcak çikolatalı sos, kuru üzüm eklenebiliyor, tarçını saymıyorum..

 

_MG_0983

_MG_0989_MG_1017_MG_1009Uzun çarşı, Fas ve Suriye “suq”larını görmüş birini etkilemeyeceği iddialarına rağmen böyle gıdasal durumlarıyla keyifli. Mesela kadayıf yapımını tezgahların arkasındaki düzeneklerde izlemek mümkün. Üstelik çok turistik de değil, dolayısıyla rahatlıkla -satıcılar tarafından sıkboğaz edilmeden- türlü Hatay sos, marmelat ve yiyeceği alınabiliyor. Suriye’den getirilen malların satıldığı bölümler var. Cami ve hanlara kapılar açılıyor, otogar yakınlarında alışveriş merkezi inşaatına başlayanların kurgulayamayacakları bir kenstel yaşam akışı var.. Han zeminlerinde eski kuyuların üstü yuvarlak cam kapaklarla kapatılmış, güzel görünüyor. Çarşı yapısal olarak gösterişli değil ama Hatay mutfağının malzemelerine ulaşan her yer görülesi bence.

_MG_1030

_MG_1020

_MG_1025_MG_1031_MG_1033Antakya’nın tarihi merkezi de var ve koruma altında, ama çok geniş ve gösterişli olmadığı gibi bakımlı da değil. Bu özel bir yer olmadığı anlamına gelmiyor, ızgara yol sistemiyle çıkmaz sokakların birleştiği az yerden biri: sokaklar eğimli yerleşimde birbirine aşağı yukarı dik, ama bazıları iki sokağa da ulaşmıyor, burada “zokmak” denilen çıkmaz sokaklarla mahrem ev girişleri oluşturuyor. Bu, organik yol ağlarıyla örülmüş kentlerde görülmesine alışık olunan bir durum. İslam kent dokusu olarak tanınan, ortadoğu coğrafyasında yaygın bazı karakteristik durumlar bu kozmopolit kentte var, eh iklim, görgü, birikim de şekillendiriyor şehirleri. Özel alanlara girişlerin verildiği, bazen sokağa girmek için bile kapıdan geçilen çıkmaz sokaklar zaten İslam kent dokusunun temel özelliklerinden. Bazı yapıların giriş katlarında pencere yok veya yüksekte, böylece sokaktan içerisi görünmüyor. İslam kentlerindeki mahremiyet olgusuyla ilgili dışarıya kapalı, ortada bir avluya açılan yapı tipleri de eklenince kurgu tamamlanıyor: tüm hayat küçük ya da büyük hemen her evde olan avlularda dönüyor, bir nar veya turunç ağacı şart, pencereler buraya açılıyor. Sokaklar dar, evler birbirlerine gölge yaparak sıcak iklimden korunuyorlar. Cephesi kıbleye bakan evler tercih ediliyormuş ve kentin çoğu da bu yönde gelişmiş bu arada, ama bunun nedeni aşırı dindarlık değil. Hakim rüzgar kıbleden esiyormuş, bu nedenle mesela İskenderun’da yazlar bunaltıcı geçerken Antakya aldığı rüzgarla sıcaktan korunabiliyormuş.

Kentte bir de Fransız etkisi var, gelmişken sağa sola müdahele etmişler hemen. Şehrin gelişmesi Asi Nehri ve kayalık dağlar arasındayken nehir tarafına kentin gelişmesini yönlendirmek adına anıtsal kamu yapıları yapmışlar. Tarihi merkez yamaçlarda, yeni gelişme bu yönde. Bir de çevre yolu yapılmış son yıllarda, o yerleşimi sınırlıyor, içinde kalan boş alanlar da gelişme alanı.

_MG_0734_MG_0743_MG_0742

Antakya’nın asıl etkileyici yönü hayatın hayali, sihirli bir yanının olması. Yapıların karışıklığı içinde çok saf bir ruh barınıyor: insanlar duyularıyla yaşıyorlar. İyi yiyorlar, portakal kokuları içinde oturuyor, görkemli dağ eteklerinde, güçlü nehir kıyılarında, sağlam kökler üzerinde varlıklarını yemekten başka kültürel birikimleri de aktararak sürdürüyorlar. Neyse, abartmış olmayayım, güvercinlerden çok etkilendiğim için de böyle diyor olabilirim.

Telefonda konuşuyordum, gözüm havada, arada havaya bakarım. Bir sürü kuş, siyah, beyaz ve benekli, hep birlikte bir şeyler yapıyorlardı. Önce bir yere gittiklerini düşündüm, ama dönüp dönüp karmaşık hareketler yapıyorlardı. Bir süre “bu kuşlar delirmiş mi? ne yapıyorlar?” diye düşündüm, sonra geçti. Hep aynı şeyi düşünecek değilim ya.

Antakya’nın hemen yakınında bir tepeden şehre bakarken öğrendim ki burada insanlar güvercin yetiştirip onlara gruplar halinde  numaralar yaptırıyorlarmış. Farklı ıslıklarla farklı komutlar veren sahibin dediklerini yapan bu güvercinler oldukça değerliymiş. Gayet de yaygın bir hobiymiş, hatta geleneksel düzenlemeler varmış: kuşları iyi yönetemezlerse ve başka birinin damına konarlarsa kuşlar o damın sahibinin oluyormuş. Yazıyla ne kadar aktarılabilir bilmiyorum, yüksekten şehre bakarken bir kaç evin üzerinde dolaşan güvercin grupları görünüyor. Şehrin kültürü gökyüzüne havalanıyor ve üstünde dolaşıyor.  Bir değil, iki değil, çeşitli yerlerde dönen kuşlar-insanlar başka bir canlıyla iletişim kurmayı sürdürüyorlar. Bir şehir silüeti için daha etkileyici bir öğe düşünemiyorum, varsın ters ışıkta minareli, çan kuleli gök çizgisi fotoğrafları çıkmasın..

Antakya’da müze, yakınlarında kilise neyim de var, ayrıca yazarım onları bir ara. Bu yazı kentin olsun. Yenilebilir, koklanabilir veya ıslıkla güvercince konuşulabilirlik olsun Antakya izlenimi, mozaikler ayrı konu.

Aynı geziden başka yazılar