Altıparmak Dağları

Altıparmak Dağları

Sisin içinde ileriyi görmeden coğrafi eşikler aşıyorduk. Bulutların bir tarafına yığıldıkları, rüzgarların artlarında estiği, insanlarının ardıyla ilişki kurmadıkları, çiçeklerin iki yanında farklı renklerde açtığı, bir yerin gidilmeye değecek kadar yakın olup olmadığını belirleyen engellerden iki dağ geçidini aşarak ulaşılan bir bölgeye gidiyorduk. Kaçkarlara gelen çoğu kişinin fazla uzak bulduğu Altıparmak Dağları alt bölgesinin Ambar Gölü kıyısına kamp atacak ve ismi olmayan bir dağa tırmanacaktık. Her geçidi aştığımızda dünya bir kademe daha ıssızlaşıyordu, son geçidin kampımıza bakan yüzünde artık bir patika bile yoktu. Bizden başkası orada değildi, daha önce olanlarınsa bir izi yoktu.

Altıparmak Dağları oraya kadar gitmek için bakir doğaya saygı duyacak kadar sevmenin gerektiği bir yer diyebiliriz. Ulaşımı görece kolay  kamplara taşıdıklarının çöpünü ardında bırakan, ulaşımı kolaylaştırmak için yolu tahrip eden, iz bırakan doğa meraklılarının izleri orada yoktu. Hoş, çok gelen olmadığı için sonradan gelenler kaybolmasın diye etraftaki taşlar üst üste konarak yapılan ve yön işaretleyen babalar da yoktu. Her gelenin kaşif gibi hissedebileceği, ulaşan herkese ayrı ayrı özel bir silsilenin peşindeydik.

Ambar Gölü kıyısından ben ve sevgilim oradan görünen isimsiz zirvelerden ortadakine tırmanacaktık, yanımızdaki iki arkadaşımız da Altıparmak Dağına. Yolumuz, iki dağ geçidi aşmayı içeren, başlı başına faaliyet sayılacak bir yaklaşım yürüyüşüydü. İlk geçidin adı Dargovit, sonraki ise gideceğimiz dağ gibi isimsizdi-şuna çıktım diye isim bile veremeyecekken bir dağa niye gidilirdi ki? Kimse gitmiyordu zaten sanki, o yüzdendi galiba. Kütledeki dağlara çıkan “klasik” (genellikle yürüyüş derecesinde, zirveye ulaşan en kolay hat) rotalar dağın güneyinde, Libler Gölü tarafındaki kamptan çıkılacak yerlerde kaldığı, gideceğimiz taraftaki gibi kaya içeren tırmanışlar için de Kaçkarlar hem kayanın çürüklüğü, hem de lojistik açısından ideal olmaktan uzak koşullar sunduğu için özellikle o taraf hakkında bilgi bulmak çok zordu, biz de normal bir faaliyete olacağı üzere gitmeden etraftan rotayla ilgili bilgi alamadan, şematik bir harita-kroki ve kitaptaki rota tarifiyle yetinerek gittik.  Sırtımızdaki renkli iplere ve şıngırdayan metal malzemelere karşın derdimiz tırmanış değil, orada olmaktı, yoksa tırmanış için çok daha erişilebilir yerlerde sportif aktivite açısından çok daha kaliteli rotalar bulunabilirdi.

Avusor’a daha önce Kemerli Kaçkar tarafına yürüyüş için gitmiş olmama karşın iki metreden uzağı göremediğimiz bir sis içinde vardığımızda yaylanın neresinde olduğumuzu anlayamamıştım, neyse ki Gala Pansiyon’un sahibi Selahattin Amcayla tanıştık. Bizi çay için diye kolumuzdan çekerek soktuğu pansiyonunda hepsi eli yüzü düzgün, ikisi çok güzel olmak üzere dört İsrailli kızın arasında, aynı dili konuştuğu birileri olmadan sıkılmıştı ve çay ikramının yanında bolca ilgi ve nezaket gördük. Ekip ikiye ayrıldı: kızlarla ilgilenenler ve rotamızı anlatıp yol bulmaya çalışanlar. Ne kadar sonradan öğrendiğimiz üzere yeni adı Altıparmak olan Barhal’a gitmeye çalıştığımızı düşünse de  -kendisi hakkında sonra ayrıca yazarım- bizi bir şekilde gitmemiz gereken patikanın başına ulaştırdı, arabamıza da göz kulak olmak üzere pansiyonunda bırakmamızı kabul etti. Oradan sonrası Anadolu Dağ Maratonunda düzenli olarak ikinci olan arkadaşlarımızın yön bulma becerilerinin büyük desteğiyle siste nereye gittiğimizi görmeden, pusulaya bakarak yön, adım sayarak mesafe kestirmeli  bir gün oldu.

Yükümüz fazlaydı: kamp yükünü optimize etmeye alışık olsak da Kaçkarların meşhur yağışlarına karşı yaz olmasına karşın bivak değil çadırla gidiyor, hava beklemek zorunda kalabileceğimizi bildiğimiz için birkaç günlük yemek taşıyorduk. Bunun dışında hakkında fazla bilgi olmayan, Kaçkar Dağları kitabının yazarı Tunç Fındık’tan sonra büyük ihtimalle kimsenin gitmediği bir rotaya gittiğimiz için örnek faaliyet raporu okuyamamıştık ve rota tarifine göre olabilecek en sert senaryoya göre hazırlanmıştık. “Erken mevsimde” sert kar dolu olabileceği yazan kulvar için Ağustos sonunda kazma ve krampon taşıyor, II-III derece kaya tırmanışı yazan etapların sürekli ve boşluklu olma ihtimaline karşı iniş için ip götürüyorduk. Aslında kitapta D2 diye kodlanmış olan rota tarifi hiç yanıltıcı değildi, ama biz her ihtimale karşı rotaya “Hodgkin-Peck kulvarının bir boy küçüğü” muamelesi yaptık. Sonuç olarak batonlarla çıktık ve indik, ama bu uzun bölge geçişini tam bir kamp yükü ve temel kış+iniş malzemesiyle yapmak da faaliyetin bir boyutuydu.

geçit: buradan iniverecektik

 

Tırmanış yüküne rağmen Tunç Fındık’ın yürüyüşçüler için verdiği saatlerden hızlı gidiyorduk, ama dağ maratonu alışkanlığıyla koşturan diğer ekip hala daha hızlı gitmek istiyordu. Zaten siste görecek manzara da yoktu, ve yol boyunca sadece ulaşmaya odaklandık. Patikayı kaybettiğimiz için Dargovit adlı ilk geçitte ekipten bir kişi itiraz etmese rastgele bir yerden ineyazdık, neyse itirazı kabul edip oradan sonra patikayı bulduk. İlk geçitten sonra ulaştığımız ve dönüşte sarı çiçekler içinde muhteşem bir çanak olduğunu anladığımız yerde, saatlerce insana ait hiç bir şey görmemişken, yolda bize katılan bir köpeğin rehberliğinde tek başına duran ahşap bir yapı bulduk. Oradan bakınca pansiyona kadarki yolda taşların kırmızı boyayla işaretlendiği de anlaşılıyordu-ama sonrası yoktu. İki yanı yüksek dağ geçitleriyle, bir yanı Altıparmak Dağı’nın sırtıyla kapalı, bulutların altındaki Kaçkar Yaylasına açılan vadinin sonunda bu izole yerde insan ne yapardı ki?

Kapının önündeki İsrailli çocuklar-Neredeyiz? Haritadan gösterebilir misiniz?

Biz (gösterdik)

Çocuklar- Siste kaybolduk. Şurada kalalım demiştik ama çok pahalıymış, dışarı kamp kuracağız.

Islanmışlardı, kolay gelsin dedik, biraz da endişelendik: sis daha günlerce orada olabilirdi, neyse ki yemekleri ve kamp malzemeleri beklemek için yeterli görünüyordu, ama geldikleri yer popüler yürüyüş rotalarının dışındaydı ve rotalarından bayağı sapmışlardı. Yanına vardığımız yer bir pansiyonmuş. Oradakilere gideceğimiz gölü sorduk. Gerçi Kaçkarlar konusunda en çok duyduğumuz öğütlerden biri yerel halkın yol tarif ve süre kestirimlerine riayet etmememiz gerektiğiydi: bir sigara içimlik denen yol antrenmanlı dağcıların saatlerini alabiliyor; yemeği ocağa koyuyorum, gidip gelene kadar pişiyor diyen teyzeler her taşını ezbere bildikleri yollarda değme sporcudan çevik oluyorlardı. Üstelik, Selahattin Amca gibi, burada da nereye gitmek istediğimizi anlamaları bayağı zaman aldı-tam anladıklarına emin de değiliz. Aldığımız tepkiler “oraya gidilmiyor ki” “orada bir şey yok ki” şeklinde oluyordu. Yine de koşulları en iyi özetleyen sözlerden birini de pansiyondan duymuş olduk:

“Bu dağlarda sis öyle bir iner ki, ayağın göle girer, yine de göle vardığını anlamazsın.”

Kulağa tuhaf geliyor, ama uyarının ardından tam da bunu yaşadık. Git gide sise rağmen gittiğimiz yerin karakteri belirginleşti: yaklaştıkça üzerinde olduğumuz patika belirsizleşiyordu, bir hedefe gider gibi değil, hedef alınabilir yerlerden uzaklaşır gibiydik; yaylalardan, şehirlerden, insana ait olanlardan.. Bunu yadırgamıyor olmak, az kişinin gittiği, doğanın hükmünde ancak misafir olunacak bir yere gittiğimizi bilmek havanın daha da kötüleşmesi riskinin de beslediği telaşlı koşturmacamızın içine biraz keyif katabildi.  İkinci geçidin kampa bakan yüzünde artık bir keçi patikası bile kalmayınca, sis de geçmeyince gölü bulamayıp kampı gölün 50 metre ilerisine “ay yüzeyi” dediğimiz kayaların arasına attık. Aslında yön kestirme becerileri destansı boyutlara ulaşan arkadaşımız göl 10 metre ileride gibi net ve hata payı düşük tespitlerde bulunmuştu ama siste bir şekilde kamp atılacak daha uygun bir yer bulamadık. Hava açınca farkettik ki gölü ararken kıyısına kadar inmişiz ama anlamamışız, ayağımız girmiş neredeyse. O dağlara sis öyle inermiş ki, içinde olduğun yeri anlamazmışsın.

Kamptaki ilk günümüzde de sisten dışarı çıkamadık. Önceki birkaç günü de Kaçkarların Kavron bölgesinde geçirmiş, oraya da gidene kadar sisten dağı görememiştik, ama faaliyet gününde hava pırıl pırıldı. Burada kapkaranlık hava birkaç gün mahsur kalabileceğimizi düşündürüyordu. Öyle ki, kışın bivakta birlikteyken tulumların fermuarlarını tam kapatma gereği duymadığımız soba gibi sıcakkanlı sevgiliyle çadırda soğuktan tuluma tıkılmış, yemek yapma gibi işleri birbirimize yığmaya çalışır olmuştuk. Dışarıdan gürleme sesleri,  çadırın dış tentesine vuran yağmurun hızlanıp yavaşlayan ritmi, ve benim Kaçkarlarda geçirdiğimiz zaman boyunca sayıkladığım ur keklik sesi olabileceğimi düşündüğüm “glu glu” gibi ötüşler geliyordu. Değişik türler görmeyi çok istiyordum ama o merakla bile çıkmak zor geliyordu, çadırın içinde “Kuş gözlemcisi olucam ben yaa ama hiç bi türü bilmiyorum” diye sayıklayarak sevgiliyi güldürüyordum anca-kekliğe de gelmeden milli parkın sitesinde cinslere baktığım için aşinaydım. Aladağlar olsa tutarlı olacak ve kuraklığından, sıcaklığından yakınacağımız Ağustos havası burada nemin de etkisiyle kıştan beterdi. Bir gün ve gece yerimizde, birbirimizle konuşmaya bile üşenerek geçti. Kaçkarlarda hava beklemeden faaliyet yapıp dönmek beklenemezdi.

Bir gün yerimize mıhlandıktan sonra ikinci günümüzde hava açtı. Sabah bulutların dağılmasını izledik ve çok erken çıkmadık, ama zaten rotamız kısaydı ve göle karşı kaya üzerine serilip güneşlenerek yaptığımız kahvaltı çok tatlıydı. Altıparmak Kuzey ekibiyse slab kayanın ıslak olduğu gerekçesiyle rotanın yanına kadar gidip bakıp faaliyeti iptal etti ve günü bitmeyecek bir kahvaltıya adadılar.

Kamptan itibaren iri çarşakta yürümeye başladık. Rotanın ayırdedici elemanları-kulvar vb.- kamp alanından görünmüyordu, biraz geri gidip yukarı çıkınca bulduk. Bazıları oldukça iri olup ayağımızın aralarına kaçabildiği, yerinden oynayan, her dağ faaliyetinin en tatsız kısmı olan çarşak yürüyüşü meğer rotanın çoğunu oluşturuyormuş. “20 metre genişliğinde kulvar” olarak tanımlı kısım cidden 20 metre genişliğinde olduğu ve çevresindeki kapalılık hissi ve uzunluğuna bağlı oranları kulvar hissi vermediği için çarşaklı bir yamaç yürüyüşü gibiydi ve mevsim itibariyle tabii ki kar yoktu, kramponları silsilenin bu kısmına taşımamızsa komikti. Kulvar dallanıp daraldıkça yine çarşaklı bir yürüyüş zemini olmasına karşın o  çürüklükten kurtulmak için kulvarı çevreleyen kayaların üzerinden tırmanarak rotanın II-III derece yazan kısmını yapmış olduk, ancak rotanın bu bölümü de boşluk hissi pek olmayan kısa etaplardan oluştuğu için pek tırmanış tadı vermedi. Sonunda vardığımız açıklıkta kısa bir sırt vardı ve çevre izlenebiliyordu. Zirve için aşağı yukarı 15 metrelik son bir kule vardı, sevgili önce iniş rotamızı kestirelim, kuleden ona göre inelim diye tutturdu. Çıktığımız tepenin klasik rotası olan, Libler gölüne inip oradan tekrar bir geçide çıkıp kendi kampımıza geçmemizi gerektiren yürüyüş kısmını incelerken rotayı bulduğumuza inanamadık, o kadar dolaşılması çok saçma görünüyordu ve uğraşıldığına değmezdi. D3 kodlu bu rota kayayla muhatap olunmasını gerektirmese de rota olarak adlandırılamayacak kadar saçma, inişli çıkışlı ve dolambaçlı bir hat izliyordu, üstelik kendi çıktığımız yer de serbest inilecek kadar kolaydı, doğru yere baktıysak kim neden orayı seçerdi ki?

Bu arada çevre harikaydı. Yabanıl bir yerden, gördüğümüz en yapay şey uzaktaki yaylalarken, dünyaya bakıyorduk ve onu büyük ihtimalle insandan da önceki şekliyle görüyorduk. Hafriyatlar, barajlar, dev binalar, seralar, yakıp yıkılanların sonuçlarıyla karşılaşınca mecburiyetten dikilen genç, yapay ormanlar yoktu; buzul gölleri, kayalık sırtlar, çiğdemlerle sararmış yamaçlar vardı. Çok uzaklarda yaylalar doğaya itaat etmiş, küçük alçak yapılarını sırtlara dizmişlerdi. Her yıl çığ altında kalan, hemen tekrar dikilebilen, kutu kadar barınaklardı bunlar. Tüm güzellikler dışarıda, etraflarındaydı ve insanlar dünyalarını kapalı mekanlara hapsetmemişlerdi. Bir yerleşimde birkaç evden fazlası yoktu: fazlasına yer yoktu. Doğanın görece korunaklı noktalarına sığınaklar dizilmişti, bu alanlar sırtların küçük kısımları, vadilerin yukarısında bulunan ufacık düzlüklerdi. Yaylalar iyice aşağıda, üzerlerinde dolaşan bulutların arasında belirip kayboluyorlardı. Onlara yukarıdan bakarken göz hizamızda ise kartallar vardı. Kayalık zirvelerin üzerinde tek başlarına geziniyorlardı. Karşımızdaki yamaçta keçiler dolaşıyordu. Üzerlerinde keçilere yakın boyutta birçok kuş uçuyordu. Bulunduğumuz yerden az ileriden komik, bir tür siren gibi bir ses de duymamla keyfim tamam olmuştu: daha önce fotoğraflarına baktığım bir tür, günlerce görmek istiyorum diye sayıkladığım ur keklik, kayalardan aşağı iniyordu. O anki tepkime göre “Aa kuş düşüyor!” da denebilirdi. Tavuk gibi tombul cüsseli boz bir kuştu ve kayadan aşağı atlamış düşer gibi üçuyordu, döne döne sağ salim indi neyse ki.

Biz iniş rotası kestirirken bir yandan ilerideki geçitlerin arkasında biz tırmanırken yığılan bulutlar yükselmeye başlamışlardı. Bunun anlamı bulutların o geçitten daha yükseğe çıktıkları anda kampımızın olduğu çanağa dolmaya başlayacakları ve dönüş yolumuzu sis, belki yağış içinde bırakacaklarıydı. Aşağıda kampa baktığımızda diğer ekibin el kol sallayarak dönmemiz için bağırdıklarını farkettik. Daha önce kış dahil olmak üzere çok defa Kaçkarların burası olmasa da diğer tüm bölgelerine gelmiş ve bu dağların karakterini iyi tanıyan arkadaşlarımızın gelen havayla ilgili bizden de endişeli olduklarını hissettik. Sis ihtimali de eklenince yürünebilmesine karşın karmaşık bir hat izleyen ve daha uzun olan tatsız klasik rota yerine klasik derecede bir rota sayılabilecek çıktığımız yerden inmeye karar verdik, bu konuda tek endişemiz kulvarın son kısmının içinin de, yanındaki kayaların da çok çürük olmasıydı. Çıkarken birbirimize yakın durmuştuk ama yine de düşen taşlar sorun olmuştu, hele saat ilerledikçe biz düşürmesek de kendileri ısınan havayla düşeceklerdi. Kuleye çıkmaktan da vazgeçtik, sevgili inecekken onunla uğraşmamızın saçma ve gereksiz olduğunu söylüyordu, bense oraya kadar gelmişken minicik bir kuleye çıkmamamızı saçma buluyordum. Çıkarsak iple inmemiz gerekecek: e ipi o yüzden taşımadık mı zaten? Hava geliyor: e bir saattir iniş rotasına bakıyoruz, niye baştan çıkıp inmedik de oyalandık yahu? Bir şeylerin tepesinde durmanın umrumda olmadığını tekrar tekrar söyledim ama tırmanabileceğim bir etabı tırmanmamak sinirimi bozuyordu, zirve hırsı da değildi, tuhaf bir andı, bu söylediğimle ısrarım çelişir gibiydi. Neyse ipi hiç çıkarıp açıp toplamayla zaman kaybetmeden, kuleyi bırakıp direkt inişe geçtik.

İnerken rota tarifinde bahsedilmeyen bir tarafa saptık: yüzümüz kampa dönük olacak şekilde kulvarın sağında kalan kayaların üstüne çıktık. Burası II derece civarında etapları olan rahat bir kayalık, iki kişinin birbirine taş düşürmeden inebileceği kadar geniş ve aşağıda kulvarın eğimi biraz azalınca oraya geri bağlanılabiliyor. Kulvarda sert kar olsa çıkışının çok keyifli olacağını ve rotanın oradan geçmesinin en iyisi olacağını tahmin etsek de Ağustos için burası çok daha tercih edilesiydi.

Kampta yukarılarda hava bozmuştu ama bulunduğumuz yer fena değildi, içinde adacık olan göle karşı, gece kapanıp gündüz açan çiğdemlere bakarak, arada bulutların arasından görünen dağları izleyerek dışarıda zaman geçirebildik. Başka kampların izleri, temiz bir kamp yeri yoktu, rotada daha önce çıkanların doğru hattı göstermek için bıraktıkları “babalar” yoktu, suyu biriktiği yerden alabileceğimiz bir çeşme ya da yalak yoktu; kartallar ve “boulder” denen dağlardan yuvarlanıp inmiş büyük kayalar vardı, bölgenin tadını çıkarabildiğimiz bir gün oldu. Zaten hava da biraz bozup dağıldı. Arkadaşlarımız telaş içinde hem havanın bozacağını haber veriyor, hem de kendi rotalarına bakmak için çıktıkları belden inmeyi düşündüğümüz rotayı gördükleri için “oradan inmeyin” “rota mı o ya manyak mısınız” diye seslenmeye çalışıyorlarmış. Dağın ona ulaşılmasına izin verdiği bir yumuşak karın değil,  etrafından dolaştırılmış,  zorlama bir yere “rota” demek estetik kaygılardan uzakça.

Ambar Gölünün üzerindeki kampımızda piknikçiliğe doyduktan sonra Ayder’de kaplıca hasretiyle –Kavron bölgesindeki faaliyetimizden sonra bir uğramıştık, sıra gerçek pis halimizdeydi!- faaliyetten sonraki gün dönüşe geçtik. Yine Kavron’da olduğu gibi Altıparmak Dağlarına da sis içinde ulaşmıştık, ama dönüşte hava günlük güneşlikti. Güle oynaya devam ettik, kartalları izledik, geçidin bulunduğumuz tarafında mor çiçekler daha yoğunken geçitten görünen çanağın çiçeklerle sapsarı olduğunu gördük. Üstelik açık havada gelinirse bu D2 kodlu rotanın önemli kısmının geçitten göründüğünü gördük, oradan bakıp girmek daha rahat olabileceği gibi kazma krampon gerekip gerekmeyeceğine de karar verilip bizim gibi zirveye boşuna taşınmayabilir. (Rota fotoğrafta ortada görünen kulvar)

Açık havada gelirken gördüğümüz pansiyonun bulunduğu çanağın gerçekten cennet gibi olduğunu anlama fırsatımız oldu. İleride satın alınıp çok büyük bir kayak merkezi olacağını tahmin ettiğimiz değişik eğimlerde yamaçlarla çevrili çanak, içinden sakince akan su, çiçekler, üzerlerinde parlayan güneş, izolasyon hissi, çanağın açıldığı tek yer olan Yukarı Kaçkar Yaylasına giden vadiyi dolduran bulut denizinin üzerinde görünen Karadeniz, bulutların üzerinde gerçeküstü bir sarı ve güzel kokulu dünya hazırlamıştı. Adı çiçek anlamına gelen ve gelirken ıslanmış ve hırpalanmış İsrailli çocukların karşılayamayacakları bir fiyat söyledikten sonra o halde dışarıda kalmalarına göz yumduğu için biraz antipatimizi kazanan Dadala Pansiyon ise orada  tek başına duran, çevreyle uyumlu bir ahşap yapıydı ve büyük ihtimalle Kaçkarlarda yürüyüş, dinlenme gibi bir etkinliğe gidecek, kamp yapmak istemeyen birine ilk önereceğim yer oldu. Konumunun güzelliği ve çevrede bulunan bakir yürüyüş alanları, araçla çıkılabilen Avusor’dan makul fiziksel kondisyona sahip herhangi birinin ulaşabileceği mesafede olması avantajlı. İsrailliler konusunda da, konuştuğumuz pansiyoncular kendilerini pek istemiyorlar artık, ve Kaçkarlarda Türkten fazla İsrailli dolaşıyor. Bir pansiyon sürekli dilini konuşmadığı insanlarla olmaktan sıkılmış, biri onları kaba ve düşüncesiz buluyor. Ne kötü, buranın değerini bizden fazla bilip akın akın geliyorlar halbuki.

Çanaktan görünen, Altıparmak’a bağlı bir sırt üzerinde yükselen kulelere İtalya – Dolomit Dağlarındaki Tre Cime di Lavaredo (Lavaredo’nun 3 zirvesi) kütlesine ithafen Tre Cime di Dadala adını taktım. Tüm yüzleri dik görünen, oldukça pürüzsüz yüzler de barındıran kulelerdi ve Kaçkarlardan kaçınan duvar tırmanışçıları için Dolomitlerdeki kaya kalitesinde olmasa ve ismini verdiğim kütle kadar yüksek sürekli kaya yüzleri olmasalar da güzel rota ilhamları verebilirdi, o derece dik yüzlere tırmanacak olmasam da benim bile gözümü aldılar. (kulelerin ayrı ayrı zoomlanmış fotoğraflarını çektim, aklimbaskayerde (et) gmail.com ‘a  e mail atana yollayabilirim ya, kimse okumuyor sanırım bu blogu:P)

Kulelerin üzerlerinde dolaşıp bir kar alanına konan kartalı uzun uzun izleyip Dargovit geçidine de çıktık. Akşamüzeri olmuştu, Avusor’un üzerinden dumanlar yükseliyordu, çimenler sarı sarı parlıyordu. İşte bu yol böyle bir havada yürünmeliydi. Kaçkarlar muhteşemdi, ama göründüklerinde – yılın çoğunu sis ve fırtına içinde geçirmeleri gizemli ayrı bir güzellik verse de o akşam güneşi aklımdan çıkmayan, hayatımın en güzel manzaralarından biri.

Yaylanın çinko çatılarından turuncu turuncu yansıyan, dumanların arasından süzülen ışığa doğru, arada suyla kesilen patikadan yürüdük. Tırmanış için neden öncelikli bir tercih olmadığını gördüğümüz silsilenin uzaklığından, farklılığından, yeşil ve sulak kamplarından, hatta çürük kayasından dahi tat almış, birkaç gün zamanı, keyif için yaptığımız tırmanışta bile hızlı olmaya ve olabildiğince çok rotaya girmeye çalıştığımız faaliyetlerden çalmıştık. Elimiz değmişken o akşam arabayı alıp Ayder’e inmek yerine Selahattin Amca’yla daha fazla zaman geçirip sohbet etmek için pansiyonunda kaldık, orada geçirdiğimiz zamana doyamadık. Hep beraber hazırladığımız akşam yemeğinin üzerine kuzinada patates közlerken piknikçi tandanslı, 10 güne 2 bölgede birer rotalık Kaçkarlar faaliyetimiz de bitiyordu.

Ağustos 2009 Altıparmak Dağları fotoğrafları da şöyle ola:

[embpicasa id=”5688368468663445313″]