Isparta’dan Kars’a Seyir
Ben kara yolculuklarını çok seviyorum ya. Uzun sürmeleri, bazen rahatsız olmaları zamanım olduğu sürece umurumda değil. A noktasından B noktasına kondurulmak istemiyorum, bir yerden bir yere gidene kadar iklimin, bitki örtüsünün, doğanın değiştiğini görmeden yolculuktan bir şey anlamıyorum. Kuşbakışı seyirli uçak yolculuklarında bulutları yukarıdan görmek beni heyecanlandırıyordu, sonra dağcılık kulübüne girdim ve bunun için uçaklara gerek kalmadı.*1
2007, Dağcılık Kulübünün son temel eğitimi olan kaya için gittiğimiz İsparta Dedegöl’den dönüyoruz. Vardığımız gün beni gözüne kestiren ve ayrılmadan onun için değerli olduğunu bilip aslında almak istemediğim peynir ve salatalıkları ısrarla elime tutuşturan yörük teyzeyle (adı Dudu, telefonunu kaybettim:( ) vedalaşmışız. İsparta’da oğlak kebabı yedikten sonraki hedefim Kars’a gitmek ve orada insanlarla buluşmak. Buradan doğrudan araç olmadığı için telefonda biz rezervasyon yaptık sana yeter demelerine rağmen gittiğimde yer kalmadı diyen görevlilerle didişip bindiğim Erzurum otobüsüyle başlıyor 30 saat sürecek yolculuğum.
Yolda olmak için çok çok güzel bir gün. Kocaman pofuduk bulutlar var öncelikle. Gölgeleri tarlaların üzerinde dolaşıyor. Gölgelerin düşmediği yerlerde yeşiller öyle parlıyor ki, bulutlar oynadıkça yeri değişen bu ışıltı güneş vuran su gibi, tarlaların üzerinde dolaşan gölgeler de değil o parlaklıkmış gibi, akıyor. Bulutlar gibi kocaman şeylerin havada asılı kalabilmeleri yeterince büyülü değilmiş gibi bir de gölgeleri seyahat ediyor.
Ben daha önce gitmediğim bir coğrafi bölgeye gidiyor olmanın da heyecanıyla herşeye şaşkınlıkla bakıyorum, şansıma bunlar yanımdaki kızın ilgisini çekmiyor ve pencere kenarını bana bırakıyor. Bir süre sonra da iniyor zaten. Buradan sonra yanımın boş olması lazım aslında ama otobüste dolaşan bir amca gelip hop diye yanıma oturuyor. Muavin tedirgin, yanıma gelip “rahatsız oluyorsanız kalkmasını söyleyeyim” diyor, sorun değil, rahatsız olursam söylerim..
Amcanın 20’lerinde çocuğu varmış, şuymuş buymuş, anlatıyor, ben bir kulağım onda dinlenmeye bakıyorum. Bir mola yerinde yanlarınai kırlara koştuğum, ayaklarıma sırnaşan yavru köpekleri kafalarını koparmacasına severek güneşi batırdıktan sonra yolda bakacak çok şey kalmıyor ve dinlenmem gerekiyor. Arada da muavin servise geliyor, ya da amca çağırıyor, her seferinde amca ben bir şey diyemeden atlıyor:
-Bayana kahve, bana da.
Adıma sipariş vermesi centilmence kabul edilebilir, ama ben kahve sevmem. Genel olarak. Söyledim aslında, çay seviyorum dedim ama kabul ettiremedim.
-Kahve iyidir, kahve iç sen.
Dedi.
Yok değildir, çay iyi gider diyemedim. Amca yıllarca çay içmiş, kahve içmiş. Kahvenin iyi olduğuna karar vermiş. En az yarım yüzyıllık sıcak içecek deneyimine itiraz edemedim, yol boyunca kahve içtim.
Kahve içe içe sabahı ettik. Artık doğu anadoludayız. Daha önce bu bölgede sadece Malatya’ya gitmiştim, orası sapsarıydı, her yerde kuru, yapraksız bitkiler vardı. Burası düşündüğümden daha yeşil. Alçak bulutların altında kırağı tutmuş yeryüzü solgun, parlamıyor, ama yumuşak bir bitki kürküyle örtülü. Hava olaylarını sinek takip eden kedi dikkatiyle izliyorum, biraz ağır ilerleyen ama görselleri zengin bir film gibi sabah, zaman alıyor ama bence o kadar güzel olması sürükleyici olmasına yetiyor. Sürülmüş tarlaların arasından kırmızı çıplak toprak yüzünü gösteriyor. Sabah ışığında her şey canlanıyor. Yerden hafif bulutçuklar yükseliyor, kırmızı yamaçlara çarpıp dağılıyorlar ve çizgiler halinde etrafı sarıyorlar. Yeryüzü katmanlaşıyor, ısınıyor, bir kısmı hafifleşip içinden çıkıyor. Su birikintilerinin yanından geçiyoruz, buharlaşıyorlar, üzerlerinde beyaz minik bulutlar dolaşıyor. Tepeler çizgi çizgi yükselen sisin üstünde uçan adacıklar oluyor. Bunu bu kadar alçakta görmek şaşırtıcı. Herşey şaşırtıcı. Herşey yumuşacık ve sıcak görünüyor bu buharla, biraz da mahmur. Çok sert, dağlık, kurak bir coğrafya beklerken dostane bir sabahta varmış oldum buralara.
Yükselmeye başlayan bulutların üzerindeki Munzur Dağlarına baka baka Erzurum’a vardım. Buradan Kars’a gidişimi ayarlamam lazım. Erzurum otogarı çevre iller için ana dağıtım merkezi, her tarafa çok sık araç var. Muavinler müşteri kapmak için sürekli bağırıyor. Gel gel, Iğdır, Van, Erzincan, her neyse.. Beni de biraz şaşkın gördüler galiba, durdurup durdurup soruyorlar:
-Geeaağl geğl nereye?
_Kars!
-Naağpcan Kars’ta?
_Gezmeye?
-Bi’şi yok Kars’ta gel sen Van’a! Geeağl geğl!
_Harabe neyim varmış, neyse, Kars araçları nerede?
-Van’da kahvaltı var! Ada var, Akdamar var! Geaağll geğl!
Kars araçlarının nerede olduğunu muavinlerden öğrenemeyeceğim belli. Hepsi beni başka bir yerlere ulaştırma konusunda kararlı. Bir de herkes neden yalnız olduğumu soruyor, gideceğin belirli bir yer ve orada bekleyenin olduğunu söylemenin önemini ben bu gezide kavradım. Yoksa bile var diyeceksin, neyse ki bu seferlik var zaten. Van’a sürükleyerek götürülmemek için mantıklı bir sebep sunman lazım soranlara. Bir gün evden çıkıp bir gezi doğaçlamanın yeri Erzurum değil, en azından bu konuda dürüst davranacaksan. Bir adamı çevirip biraz da saf bir nezaketle soruyorum ben de:
-Afedersiniz, Kars’a nasıl gidebilirim acaba?
Dönüp bir süzüyor:
-Zor olmaz, istemesen de götürürler zaten.
Peki. Yani diyor ki: burada seni götürürler. Kaçayım.
Neyse ki herkes herkesi Van’a götürmeye çalışmıyor, bazıları da Kars’a gidiyor. Yalnız Kars’a gidenler Van’a gidenler kadar çok olmadıkları için hizmet sektörü insanı olma yönünde daha az seleksiyona uğrayıp daha az evrilmişler. Şimdi kalkıyor dedikleri dolu aracın kalkması 2 saate yakın sürdü, nedeni de muavinin araçta kaç kişi olduğunu sayamaması! 23 kişi var, ücretleri topladı, kafalarını kollarını sayıp duruyor, her seferinde arada kafası karışıyor, hesaplar tutmuyor ve bırakıyor. Arada birileri inmek istiyor bırakmıyor, yaşlı amcalar isyanda, Kars’a gitmekten vazgeçtiler.. Bir ara kafa ve ayakları sayarak aramızdaki tavşanları hesaplayacağını düşündüm! Eh ortam kümes gibi darmadağınık, 2 ayaklı olanlar tavuk 4 ayaklı olanlar tavşansa, ayak sayısını kafa sayısına böldüğümüzde sonuç 2’den büyük çıkıyorsa.. neyse sayabildi sanırım. Üstümüze inecek gibi duran eşyalarla tıkış tıkış minibüsümüzle yola çıkabiliyoruz.
Şöförün yanında bir arkadaşı yerde oturuyor, hararetli hararetli konuşurken arada yola da bakıyorlar. Önlerindeki camda kurşun deliği gibi bir delik ve etrafında çatlaklar var. Yolcularsa benimle ilgili, yüksek sesle ama beni muhatap almadan konuşuyorlar.
-Yabancı herhalde.
-Neden yalnız ki acaba?
-Nereye gidiyor?
-Çantasına bakılırsa Ağrı’ya çıkacak!
Yanımdaki kadınla konuşmaya başlıyorum. Buralı değilmiş, subay eşiymiş. Bu arada yanımızdan bir çok tank geçiyor. Garipsiyorum:
_Bu kadar tank geçmesi normal mi?
-Arada oluyor da geçen olay oldu ya..
Ne olayı?
Ben yola çıkmadan birileri arayıp dikkat, terör merör bir şeyler demişlerdi de uf doğuya gidiyorum diye kafa şişiriyorlar demiştim. Sanki Irak sınırına gidiyorum. Önceki sene Sumela Manastırına gideceğim dediğimde annem gitmemi istememe sebebini “doğuda!” diye açıklamıştı, öyle bir doğu korkusu, neyse gitmiştim. Trabzon’a, Erzurum’a da laf etmeyin yahu derken bu tanklar da neyin nesi?
Tabii ben önceki birkaç gün dağda eğitim alıyor olduğum için günlerdir ayna görmemiş ve otobüs mola verdiğinde yüzümü görüp dehşete kapılmış olmanın yanında habersiz de kalmıştım. Leş gibiyim de bu arada, kokuyorum resmen. Neyse, ben gazete televizyon görmezken bu yolda birileri birilerine saldırmış, birileri ölmüş birileri kalmış.. tank dolaşıyor ortalıkta, hişş sakin olun yapıyor..
Heyecanlı bir teyze yol anılarını anlatmaya başladı, bu arada minibüs ahalisi beni sorgulayabilecekleri için memnun kaldılar endişeyle konuşmamdan. Hem nereye gittiğimi soruyorlar, hem anılarını anlatıyorlar. Teyze neden bu kadar coşkuyla konuşuyor anlamıyorum, çünkü anlattığına göre 3 gün önce bu yolda birileri bunlara ateş açmış, zor kurtulmuşlar, jandarma gelmiş çatışma olmuş..
-Sen göremezsin bu tepelerde hep saklananlar var görmezsin görmezsin aniden çıkar
_Nasıl güvenip geçiyorsunuz ?!
-Alıştık biz jandarma da her tarafta saklanıyor şimdi bir şey olsa anında çıkarlar
-Tepeler mayın zaten hep
Eğlenirmiş gibi bir tonda anlatmasanız.. Macera filmi izlemiş gibi.. Jandarmaya güven sonsuz ama, onu gördüm. Zaten birinin bagajını kaybetmişsiniz, yolda düşmüş mü ne, uzun uzun onu tartıştılar, durduk her şeyi indirdik baktık geri yükledik, arkadaki araç yola bakacakmış..
Resmen yazmam lazım. Unutuyorum. O an unutulmaz gelen şeyler söyleyen teyzeleri, amcaları unutmuşum hep. Aklımda yalnızca anadolunun bir köşesinden diğerine 30 saatte gidişimin ne kadar güzel olduğu, büyülü bulutlar ve şaşırtıcı sabah havası kalmış. Kars’a vardığımda atlattığım çileli, uzun bir yolculuk değil, heyecanlı heyecanlı anlatılacak hikayelerdi. Nasıl hissettiğimi ve herşeye ne kadar şaşırdığımı hatırlamak bile bunu hayatımın en keyifli yolculuklarından biri yapmış ya, bir de hatırlasam..
*1 http://www.amazon.com/Clouds-Both-Sides-Julie-Tullis/dp/0871567164 sanırım Steph Davis’le ilgili bir şeylere bakarken denk gelmiştim, Julie Tullis kitabına İki Taraflarından Bulutlar adını vermiş. Bulutların içinden geçmeyi dağlarla ilgili bu kadar temel bir konu olarak görmek kızsal bir şey olsa gerek.