İki Dil Bir Bavul Bir Süreç
11 Kasım 2009, Alkazar Sineması
“Samimi” diye tanıtılan filmden korkacaksın arkadaş!
Samimi demek biz hayata çok müdahele etmedik, sizi heyecanlandırma kaygısının önüne aklımızdaki incelikleri koyduk demek. Hayat yer yer durgunlaşır ve prezentabl kılıflardan çıkar ya, biz onu sinema perdesine yansıtmaktan çekinmiyoruz, sonra da filmi samimi diye pazarlayacağız zaten demek. Sanat yani. (Eğlenmeniz şart mı?)
Kişisel arayagirmece, geçen gün bir yarışmaya yollanan videoları izlerken silkinip kendime geldim. Hep bulutların çok hızlı hareket etmesinin çok ilginç ve muhteşem bir şey olduğunu düşünmüşümdür, çeşitli yerlerde de bunları bir gün bir yerde kullanırım diye videoya çekmişimdir. Aman o da nesi? Biri hızlı hareket eden bulut videosu koymuş. Ruh ikizim benim. Ne kadar da uyduruk duruyor. Kime ne ifade edecek ki bu şimdi, ne yaptığını düşünüyor? Orada olup dünyanın döndüğünü, gökkubbenin, yerkürenin ve senin katmanlaşmanı, rüzgarın gökyüzünü şeritlere bölüp farklı farklı esmesini, bulutların hafifliğini ve bastığın zeminin derinliğini hissetmekle bunu izlemenin bir alakası yok ki. Yaşamanın anlamlı olması başka bir şey, izlerken sıkılmak bambaşka. Ben o çektiğim videoları imha edeceğim galiba.
İki Dil Bir Bavul bitti, kalkmadan adi adi konuşuyoruz. Müziksiz film mi olur? Uzun durağan çekimler, Baraka şiirselliği de yok ki, en vurucu, etkileyici anlar değil, olağan anadolu manzaraları. Sinema kurgusu ne biçim, başını, yükselişini, sonunu.. bir hikaye var ve bu hikayenin başı ve kısmi tanımlı bir sonu var, ama bu nasıl vurgusuz bir sunum? Bir öğretmen, yeni mezun, doğuya gidiyor da çocuklar Türkçe bilmiyor, anlaşamıyorlar.. doğuda çeşitli köy ve kentlerde dolanmış insanlarız, manzaralar yabancı değil. Okul yılıyla başlayıp karneyle bitiyor, karakterleri oraya giden birinin göreceği kadar görüyoruz, ne bir dış yorum, ne iç dünyalarını anlamaya yönelik geri dönüşler ve izlediğimiz zaman harici zamandan kesitler.
Film hakkında henüz hiçbir şey bilmiyoruz. Bir Çarşamba akşamı etkinlik olsun diye sinemaya gidelim dedik, ne zamandır ne sinemaya gidiyoruz ne takip ediyoruz. Evde film izleme yetimizi bile kaybettik(ne kötü dönemlerden geçiyoruz tey tey). Alkazar’da bu vardı girmiş bulunduk. Belgesel olduğunu da oyuncuların isimleriyle karakterlerinkinin ayrılmadığını gördüğümüzde farkettik.
Dikkat, yönetmen var! Tam da adi adi konuşuyorduk, nereden çıktı ki? Orhan Eskiköy film hakkında görüşlerimizi soruyor?! Sonradan öğrendim ki sadece İstanbul da değil, şehir şehir sinema salonu dolaşıyorlarmış iki yönetmen ayrı ayrı. İnsanlar durumu garipsemiş görünmüyorlar çok, haberleri mi vardı acaba? Haftaiçi için kalabalıkça mı acaba salon? Resmen izleyici parmak kaldırıp kendi hayatıyla ilişkisini kuruyor, yöntemle ilgili sorular soruyor, karakterlere ne olduğunu merak ediyor.. böyle bir sinema izleyicisiyle mi izliyordum ben her filmi?
Arkamızda oturan ve film boyunca sesli etkilenme efektleri yapan kadın da öğretmenmiş, o da filmdeki gibi deneyimler yaşamış. Çaprazımızdaki adam da Türkçe’yi okula başladıktan sonra öğrenmiş, şimdi öğretmenmiş. Bir de sinema yöntemiyle ilgili sorular soranlar vardı, oturduğumuz yerden filmin sürecinin ürününden daha ilginç olduğunu öğrendik böylece.
Öncelikle film ‘kurmacadan bir takım yöntemleri ödünç almış bir belgesel’ olarak değerlendirilmeli. Karakterler gerçek ve müdahele edilmemiş, bir kameranın ortamda bulunmasının etki edebileceği durumlar dahi gördükleri şekliyle koşullar farklıymış gibi gösterilmeye çalışılmadan korunmuş. Misal, gelen sorulardan biri evde sürekli Türkçe televizyon kanallarının açık görünmesine karşın nasıl çocukların Türkçe öğrenmediği, cevapsa her evde çift çanak olduğu ama büyük ihtimalle kamera karşısında böyle görünmeyi seçtikleri. Bir yandan da kameranın ne kadar az hissedildiği ilginç, tek kamera çalışıldığı için açılar çok sık değişemiyor ama bu yönetmenin seçimi gibi duruyor, çocuklarda bir yabancılama, öğretmende bir gerginlik görünmüyor.
Filmi çekmek için nispeten az gerilimli bir yer olarak Şanlıurfa’yı seçmişler. Sinemadan ödünç alınan şeyler bu kurmacalar, şiddeti olabildiğince konunun dışında tutacak kurgusal kararlar almışlar. Denizli’li ve gideceği yerin sosyo kültürel durumuna bir derece kayıtsız, en önemli derdi annesini özlemekmiş gibi görünen bir yeni mezun öğretmen bulmuşlar, onlar varken çocuklara hiç vurmamış, vursa da yayınlamazdık diyorlar. Hem bu sorunun şiddetle çözülmeyeceğini anlatmayı önemsiyorlar, hem de kurguya şiddet girerse çok baskın olacağı için aktarılacak şeyleri geri plana iter diye düşünmüşler. Filmin aşırı yalınlığı da bir kararmış, müzik olmamasını dahi izleyicinin duygularına müdahele etmeme isteğiyle açıklıyorlar.
Bu sene Türkçe öğretirim, sonraki yıllarda o altyapıyla matematik hayat bilgisi falan.. çocuklar kaçıncı sınıfta olduklarına göre gruplara ayrılmış, aynı sınıfta, aynı şeyleri görüyorlar aslında. Öğretmen bir takım çözümler üretmeye çalışıyor. Bir çocuk var, Zülküf, başrol gibi. Müdahele edilmediğini bilmiyorken abc yazılı yakalığını kostüm sandığım, naif karakter. Sınıflar dolusu çocuk arasında öğrenememesiyle, öğrenmek istemesiyle, yalınlığıyla, cevaplarıyla ön planda. Bir belgeselde bu kadar güçlü bir karakter çıkması güzel şans. Şansın yanında söyledikleri ve unuttuğum sayıda saat boyunca okulda, evlerde, dış mekanda çekim yapmaları ve çevreyi iyi tanıyacak kadar incelemeleri de var tabii. Montajla montajla bitmez.
Zülküf’ü oraya gidip görmüş olmak isterdim. Benim hayatımda belgesel dediğinde leopar olur, ornitorenk olurculuk var, insanın, coğrafyanın, yaşadığım ülkenin belgeseli yapılınca yerinde deneyimle haksız bir rekabete sokuyorum önümdeki işi. (Gezmek, yaşamak istiyorum yahu!) Bu belgeselin benim için en güçlü yönü fikirlerini sahiplenişleriydi, salon salon gezen yönetmenlerin yaratıcılık ve üretkenliklerini takdir etmek lazım. Ellerindeki medyayı kat kat güçlendiren, iletişimlerine daha önce görmediğim olanaklar katan bir yöntem bulmuşlar. Bana da belgesel/deneyim ikilemimde gidip o insanları görmediğime hayıflanırken orayı çekenlerden birini görme, dinleme deneyimini sunmuş oldular. Bu filmden gelecek geliri ikinci bir filme yatırmak istiyorlarmış, bu sefer sinemayla iletişime ne katarlar merak ediyorum şimdiden.