Erciyes: Niye ki?
Sarı iç anadolu düzlüklerinden tek başına yükselen, heybetli olduğu kadar zarif, tek ve etkileyici dağ ekolüyle arama bir süre mesafe koymak istiyorum, lütfen.
Hasan masan bilmiyorum zaten, yalnız Erciyes’e 3 kere gittim, şimdilik yeter. İlk gidişimden önce “ya bir sürü rotası var hem de çok estetik falan neden hep Aladağlar’a giden bir takım insanlar Erciyes’e hiç bakmıyor” diyordum, “bir kere iki kere onun olayı” cevabını alıyordum. Yerinde bir tespit aslında.
Bir kere böyle tek başına duran dağlara karşıdan bakmak güzel. Üzerlerindeyken karşında tek bir dağ var, etrafta ilgilenecek bir şey olmuyor, bu açıdan Erciyes biraz tipsiz bir dağ bence. Sıradağlara gidince bir yandan hülyalı hülyalı gözümün kestiği diğer rotaları kesiyor, fotoğraflarını çekiyorum. (Bir sürü Kızılkaya batı sırtı fotoğrafım oldu yeter be) Yanardağ o açıdan saçma bir coğrafi şekil. Bağlamsızlık yani, başka bir şey değil.
Aslında bu tek başına ortamlara hakim dağ estetiği beni dağcılık kulübüne çekti. Daha doğrusu Halil’i çekti, ben de onun peşinden geldim. Hiç aklımda yoktu öyle dağ falan. Sürekli birlikte bir şeyler yaptığımız bir kaç arkadaştan Kayserili ve Çerkes olanı kafayı Erciyes’le bozdu, altında büyüdüm tepesine de çıkacağım dedi, biz de grupça aktivite olsun diye tek isteğimiz Erciyes’e çıkmakken eğitim almaya kulübe girdik. Sonra hepsi eğitimleri tamamlamadan bıraktı, benim hoşuma gitti böyle Mars yüzeyimsi ortamlar keçiler falan, başka partnerler aramak üzere kaldım.
Düşününce Erciyes’e gıcık olmaya hakkım yok. (Olmuyorumdur da zaten, geçici hezeyanlar bunlar.) Bana çok güzel bir iki insan tanıttı. Misal, ilk gidişim Ozan’la ilk faaliyetimdi. 3. Ekipdaş da Murat. Klasik sırt rotası, Aralık 2007. Büyük bir heyecanla bir milyon rapor okumuştuk gitmeden, ama sabah tipisinin standart Erciyes sorunsalı olduğunu öğrenememiştik. Gece 4 gibi çıktık ve haritalarda Kuzuyatağı Tepesi olarak görünen yerde dayanılmaz hale gelecek tipiye yakalandık. Tipik Ozan 2. tekil şahısta kurgulanan nedenlere dayalı dönme isteklerinden ilkiydi bu aynı zamanda : “Sen çok üşüdün, dönelim”. Tipi durmuştu ve ısınıyorduk aslında, ama kampta bana çocukmuşum gibi zorla yemek yedirip su içiren (ben çocuk gibi şart olduğunu bile bile iştahsızım diye yemezken) anaç partneri ikna edemedim. Haklıydı, sabah tipide çok hırpalanmıştık. Rüzgarda istem dışı s çizerek yükselmeye başlamıştım: bir süre rüzgara karşı yürüyordum, sonra rüzgar beni yana atıyordu. Bir ara ayaklarım yerden kesildi. Eh dedik artık, gidemiyoruz, yüzümüze vuran buz parçaları çok canımızı yakıyor ve hırpalanıyoruz, bivak çıkarıp sığınalım, biraz toparlanalım. 3 kişiyiz, ekipdaşlarım 80er küsür kiloluk geniş omuzlu izbandutlar, bivak iki kişilik.. şuursuzluk.. benim ilk eğitim harici kış faaliyetim, diğerleri de daha iyi durumda değil, gerçekten korktuk parmaklarımız donacak diye.. Murat bivağa girdi, biz Ozan’la bir yandan kafamızı tipiden korumaya çalışıyor bir yandan tartışıyoruz: sen gir! -sen daha kaslısın -sen daha zayıfsın -sen daha çok üşürsün derken Ozan beni tutup resmen kaldırıp içeri atmıştı. Kafası içeride, poposu dışarıda, soğukta kekeleyerek poposunun güzelliğinden, donarsa ne yazık olacağından konuşmuştuk bir süre. Tüm kızlar bayılırmış poposuna, buna rağmen neredeyse benim için feda ediyordu löp kısımlarını. Dönüşte hırpalanmamıza ve faaliyetin patlamasına rağmen “buz parçaları dışında çok güzel faaliyetti, çok eğlendim” diyebilecek kadar da iyimserdi üstelik, o saatten sonra can oldu, canım oldu.
Burada Erciyes’in ve yalnız kovboy tribindeki dağların bir başka sorununu görüyoruz: şerefsiz oldukları için bir başlarına gelen vursun giden vursun koşullarında varlıklarını sürdürüyorlar. Sürekli bir sağlam esme hali, sürekli bir fırtına, bir de aniden patlıyor.. halbuki sıradağlar hiç öyle mi? Biraz öyleler tabii, dağ sonuçta, ama hani bir vadide patlayan hava orada kalabiliyor, ne bileyim bir kardeşlik ve dayanışma, koruma kollama ortamı oluyor. Sıra sıra, omuz omuza, sırt sırta, tey tey diye halay çeker gibiler. Erciyes’te yok bu. Antisosyal çünkü.
İkinci gidişim kuzey buzulunaydı, Mayıs 2008. Yanımda eğitimlerimi aldığım ve saçmalık derecesinde güvendiğim Alper adamı, bir de Duygu. Canım çıkmıştı ama ekip dönmüyordu, mızmızlana mızmızlana zirve sırtına çıkan en dik etaba varmıştık. Alper şuradan git dedi, bu arada tam altımda durup Duygu’ya bir şeyler anlatmaya koyuldu. Yüzey iyice sertleşmiş, kramponlarımın uçları sadece birkaç milim giriyordu. Kazmayı saplayıp ve ayaklarımı yükseltmeye çalıştım. Çok tedirgindim. Tutunamayıp düşersem kazmayla durabileceğimi düşündüm, aşağısı uzunca bir mesafe boyunca sert kar örtülü bir yamaçtı. Altımda duruyorlardı, düşersem durmadan önce kramponları Alper’e saplarım diye korktum. Yana çekilmelerini istedim, Alper kabul etmedi. Mecburen denedim. Birkaç milim üzerinde ne kadar sağlam durulabildiğini görmek harikaydı. İnanamadım, kramponlar sapasağlam tutunuyordu işte. Döndüğümüzde kılımı kıpırdatacak halim kalmamıştı ama çok mutluydum, Dolmabahçe rampası buz tutsun, olmuşken biraz daha da dik olsun, evden okula sevgili kramponlarımla gideyim istiyordum, daha nasıl anlatayım bilemiyorum. Çok güzel yahu. Zirve fotoğraflarını da Halil’e yollayıp pes ettiği için ayıpladım.
Bu aşamada Erciyes çok uyuz bir dağ değil. Biraz daha alçak olsa fena olmayabilirmiş ama. Uzun sürüyor böyle.
Bu sefer Facebook’ta Bilge’nin Antalya’da çektiği tuluma girip yatan kedi fotoğrafına “ben de böyle yatabiliyorum, kedi kontenjanından çadırınıza dahil olabilir miyim?” yorumunu yapmamla planlar başladı. Kedi olarak değil partner olarak gel diyen Bilge’yle ortak zaman ayarlamamız birkaç hafta sürdü ama sonunda o haftasonunu uzatamayacağı için yaklaşımı hızlı olacak faaliyet kontenjanından 26-27 Aralık 2009 Erciyes klasik sırt rotasında karar kıldık. Hem haftalardır gidelim dediğimiz halde rota bakmadığımız için benim daha önce baktığım ve ona rota çizimleriyle raporları atabileceğim bir yer olması iyi oldu.
Neden bilmiyorum, bu sefer değişiklikler peşindeydik. Bilge’nin ilk kış faaliyetiydi ama nasılsa bir heyecanla “bivakla gidelim” dedi, ben de başta “Erciyes kışını bir gör, hem kampa ulaşım kolay, geçen sefer telesiyej kullanmadığımız halde yorucu olmadı” desem de kendim de istediğim için kabul etmiş bulundum. (bivak: çadır değil. kullananı yağıştan koruyan ve rüzgar kesen, içine bir insanın çantasıyla girebileceği büyüklükte, ağzı büzülen bez torba. Çöp torbasından hallice.) Hava Erciyes için normalden sıcak olacak gibi görünüyordu, gerçi takip ettiğimiz raporlarda rüzgar şiddeti giderek arttı, ama ilk kış koşullarında planlı bivağımdan vazgeçmedim (eşşek kafam). 45 litrelik çantamda bayağı boş yerle kış faaliyeti yapmak güzel olacaktı, hatta Bilge şimdi de “kamp yükümüzle çıkalım nasıl olsa bırakacağımız pek bir şey yok” diyordu, en azından onun için “bence olmaz o iş, önce bir durumu görelim” dedim.
Ben faaliyet bildirimini attım, bir kaç dakika sonra Zirvedak mail listesinden duyuru geldi: onlar da Erciyes’te olacaklar. “Ay uf çok kalabalık olur şimdi” diye Bilge’ye forwardladım. Kalabalık pis, kalabalık kötü. Mümkün mertebe ayrı hareket etmeye çalışacağız ama jandarmada birlikteydik, telesiyejde de. Bir sorun olursa diye telefon numaraları alındı verildi. Neyse onlar ilk molalarını verdiklerinde devam ettik, onlar çanağa gidiyordu, bizse sırtın hemen başına gidecektik.
Çok az yağış görünüyordu değil mi? Cumartesi telesiyejin üst istasyonuna 1 cm inecekti. Inmek. Kar tanelerinin hep yukarıdan değil, bazen de yerden kalkıp her taraftan geldiklerini Erciyes’te daha önce de görmüştüm, unutmamak lazımmış. Aslında sırtın hemen altına yerleşip geceyarısı gibi çıkmayı planlamışken rahatız ya diye ilerleye ilerleye ileride görünen kayalara kadar gittik- uzun zamandır yağış yok, kar oturmuş. Uzaktan gözüme kestirdiğim, çok güzel bir bivak yeri gibi görünen bir oyuk var. 2 tarafında iki kule, arka tarafı bir set, önüne de kar yığılmış ve ortası çukurda kalmış. Gibi. Bana oldukça korunaklı göründü, tamam dedim kar mezarı da kazmayız, burayı biraz derinleştirsek, çıkan karı ön tarafa yığsak.. bivak yeri uzaktan kestirilmemeli. Gittim de Bilge’ye gelme bekle dedim vallahi. Çukur gördüğümüz yer gayet aşağı açılan eğimli bir yermiş, çıkarken çok kısa dikçe sert kar, akşam tuvalete neyim çıkar kayarız neme lazım.. korunaklı falan da değil, içerisi rüzgar koridoru olmuş maşallah.. tabii bu esnada her taraf bizim diye düşünüyorum, neden mükemmel olmayan bir yerde kalalım ki?
Bu arada yanımızda kürek yok. Hafif geldik ya kazmayla kazacağız bir yerleri. Biraz daha yükseldik, bir kaya gördük. Kara gömülmüş, yağış yönünün tersi tarafında derin bir çukur oluşmuş. Aha dedik hazır kazılmış, kaya da bizi korur, mis. Çok kötü seçim halbuki.
Dağa genelde boyumun ölçüsünü alıp dönmeye gidiyorum zaten. Tipide zar zor içinde kalmayı planladığımız kadar bir alanın etrafını küreksiz blok halinde çıkaramadığımız kar öbekleriyle yaptığımız bir kar duvarıyla yükselttik. Bu arada leş gibi de ıslandık tabii ki. E şehirde düşününce hiç de böyle olurmuş gibi gelmiyordu? Hallederdik, ne vardı bir bivak yeri hazırlamakta, ne vardı üstümüzü kuru tutmakta? Serdiğim bivağa girmekte bile zorlandım, rüzgar beni devirmeye çalışıyor, içeri kar doluyor.. Bivakların içini ıslatmamak için tipide kar tutan kıyafet ve eşyalarımızı silkelememiz gerekiyordu ya, bunu yeterince yapabildik diyemeyeceğim. Kaz tüyü tulumla geldiğimizi de belirtmiş miydim? Artık silkeleyemediğimiz kar öbekleri üzerinde duran kıyafetlerimle girdiğimde ıslanan kaz tüyüne rağmen çok kötü değildim aslında. Dakikalardır uğraşmama rağmen çektikçe kenarda yığılan katları açmak zorunda kalmaktan ağzını büzemediğim bivağı üzerime çekince dünyalar farkediyordu. Ozanlarla girdiğimiz iki kişilik yamalı kulüp bivağı bu, içeride iki kişi varken Ozan’ın omuzlarının da içeri girebildiği geniş bir ağzı olan.. Hava aslında çok soğuk değildi, bivak rüzgarı kesince –sabah ayazını düşünmezsek- şimdilik katlanılabilir oluyordu. Yine de ben bivağın ağzını büzmeye çalışırken tipi içeriye kar doldurmasa fena olmazdı hani, üzerimdeki su geçirmez ceket içimdeki poların ıslanmasını engellediği için yeterince korunabiliyordum ya, tulumum daha da ıslanmasa biraz işe yarasa sevinirdim..
Nasıl bir güven bilmiyorum, daha bivağa girmeden bulunduğumuz yerdeki rüzgarda zorlanıyorken ne bekliyordum acaba? Açıkça söylemek gerekirse ayaktayken rüzgar aldığımı ama etrafını çevirdiğimiz yüksekliğin altına inince durumun biraz daha iyi olacağı aklımdan geçmedi değil, o tipide nereme rüzgar yiyorum, hangi açılardan acı çekiyorum pek anlayamamıştım da o yüzden.. sanırım bir takım teknik insanların akışkanlar mekaniği diye ağlaştıkları olay buydu. Her faaliyete teknik bir insan lazım, iki mimar kayanın bir tarafının yuvamız, diğer tarafının tuvalet olacağı, kayanın hem mahremiyet hem dış etkenlerden korunma ihtiyacımızı sağlayacağı gibi mekansal kurgular üzerine düşünmüştük sadece.. kayaya çarpıp karları bıraktıktan sonra üzerinden dönüp şiddetle üzerimize çarpan rüzgarın dayağını yerken Ozan olsaydı da vizelerden kafayı yemiş halde önceki faaliyetlerimizdeki gibi kondansatör sayıklasaydı diye hislenmedim değil.
Asıl derdimizin yatay düzlemde süpürülen karlar olması inen yağışı unutturmuştu, ama o kendini unutturmak istemiyordu. Yatayda gelen yağışı kaya kesip hızlandırılmış rüzgar formatında üzerimize vururken diğer taraflardan yağış yiyorduk ve onlar enteresan hava akımlarıyla adeta özellikle kıvrılarak bivaklarımızdan içeri doluyordu. Bir bivağın büzgüsünü rüzgardan çizgifilmmişçesine somutlaşan el figürleriyle açmadığı kaldı şerefsiz yağışın. Öyle yapsa daha rahat girerdi ya, böyle de fena dolmadı içerisi. Aşağıda termoslarımızı sıcak su doldurmuştuk, yağışın hafifleyeceğini umarak su ısıtma işini erteledik. Birbirimizi su iç, yemek ye diye zorladık. Herhangi bir şey yapacak halimiz kalmamış. Ne kadar su içtiğimizi sorduk birbirimize, mızmızlanma efektleri yaptık. Yemek yemek istemeyen Bilge’nin eline cebimden atıştırmalık tutuşturdum ama daha iyi beslenmemizin gerektiği aklımızdaydı. Olmuyordu sanki bu iş.
Birbirimize ara ara “iyi misin” diye seslenerek dinlenmeye çalıştık. Bilge daha çok sordu aslında, kendi titrerken bile benim iyi olmamı çok önemsiyordu. Cevap hep “üşüyorum!” oluyordu. Üşümek normaldi, soğukta olur öyle. Üşüyordum, üşüyordu. Ben de sorulara “tehlikeli olduğunu düşünecek kadar mı?” diye bir madde ekliyordum. Gelirken “yorulursan söyle” diye diye düşüncesizce ve bivak yeri ararken saçma yerlere sapa sapa önden gitmiştim ve hiç mola vermemiştik. İyi gidiyoruz derken birden partneri fazlaca yorduğumu görmüştüm, bulduğumuz ilk yere yerleşmemiz gerekmişti. Bir sorun varsa yine böyle geç farketmek istemiyordum. Arada Bilge tatlı tatlı bir şeyler söylüyordu, yol boyunca da hep gülümsemiştik birbirimize, o kadar konuşmanın sonunda dağa geldiğimiz için çok mutluyduk. O halde olmak bile güzeldi, güzel hatırlanacaktı, ama yok yok biz bu işi beceremedik. Benim gösterdiğim bivak yeri zaten berbattı ve bunu farkettiğimiz halde orada kalmamız da saçmaydı, ya devam etmeli ya başka bir yere gitmeliydik. İnsan olan kendine yapmaz bunu.
Bir süre inatlaştıktan sonra çok net bir pes ediş başladı. Ne devam etmek, ne başka bir yere gitmek, resmen hırpalanmıştık ve dönmek istiyorduk. Şimdi mesele olduğumuz yerden ayrılmaktı, gece hava durumu yağış vermiyordu ve hava iyice soğuduktan sonra rüzgarın da hafifleyeceğini düşünüyordum. Hatta hava düzelince rahatlayacağımızı ve yine de gece çıkabileceğimizi de aklımdan geçirmedim değil, kafasızım çünkü. Bekleyelim dedik ama uzun sürmedi, Bilge’nin kıyafetlerinin iç katmanına kadar ıslak olduğunu görmemle Yusufların bize katılması bir oldu.
Toparlanmak da kolay olmadı öyle. Bazı poşetler üzerlerine yağan karın altında gömülü kaldı, aceleyle bulamadık. Bir an önce inişe geçmek istiyorduk. Neyse ki ulaşılması zor bir yerde değildik, aşağıda jandarmada bile geceleyebilirdik. Zirvedaklılar normal kampa giden çarşaklı sırttan hemen hemen hiç iz açmadan gitmişlerdi, yol boyunca karşıdan fotoğraflarını çekmiştim. “Bilge onlar çok rahat bir yerden gelmişlerdi, kamplarına gidelim oradan inelim!” Aslında biraz durup ısınmak istiyordum, soğukta ıslak oturmanın üstüne hala yorgun olmasından ve inerken bir sakatlık çıkmasından korkuyordum, ya yine iyi hissetmiyorsa da söylemiyorsa? Kendimize gelmeye kamplarına uğrayabilsek güzel olurdu.
Zirvedak kampına yaklaştığımızda yüksek sesle şuradan inelim böyle yapalım demeye başladım, ama ışıkları kapalıydı, eh faaliyet yapacaklardı ve dinleniyorlardı herhalde. Sırttan inmeye başladık. Çok az dik bir yerden geçmişlerdi, hatta orada grup biraz kopmuştu- fotoğraflarını çekmiştim-, bu dediğim de 25 30’ falan.. yorgun, üşümüş ineceğiz. Tipisi yeni yeni dinen bu uyuz dağa kuzeyinden çıkarken yorgunluktan ne kadar sakarlaştığım ve bu yüzden ne kadar korktuğum aklımda. Bu sefer öyle değildim, ama daha dağa gelirken bile artık eskisinden çok daha fazla korktuğumu farketmiştim dağda olabileceklerden. Yol boyunca telesiyejler bu saatte çalışmıyor, 1000 metreye yakın bir iniş var önümüzde deyip durdum, sorun değil dedi. Onun için de sorun olmadığına göre gelirken uzak durmaya çalıştığımız kalabalıkla bir işimiz olmamalı. Ertesi gün bu iniş bir saat falan sürecek. Iki yıl önce çıkışı bile çok rahat gelmişti. Gerçi kazalar çoğunlukla inişte olur. Burada da olmaz yahu, mülayim bir eğimde dibimizdeki kayak merkezine ineceğiz. Aşağımızda da yukarımızda da bir sürü insan var. Olsun.
“Bilge onlar buradan inmemişlerdi sanki, dönüp bir soralım mı?” Neyse ki partner yok daha neler demedi. Inerken kötü değildi de çıkarken yalpalamaya başladı. Kendim nasıl görünüyordum bilmiyordum, bildiğim indiğimiz azıcık yeri geri çıkmamızın fazlasıyla uzun zaman aldığı.. Bana dinlenmeye gitmek iyi bir fikirmiş gibi geldi.
Kampa geri çıktığımızda bir çadırda kafa feneri ışığı hareket ediyor ve sesler geliyordu. Yaşasın. Kapılarına gidip “merhaba, biz ıslandık ve üşüyoruz” dedim resmen. Hiç çekinmem. Terbiyesiz gibi faaliyetin başından beridir onlardan uzak durmaya çalışmış olsak da çekinmem. Daha gelmeden haber alınca varlıklarından rahatsız olduğumu ilan etmiş olsam da çekinem. Ne çekineceğim yahu? Neyse ki onlar da bize çekinmeyin dediler, bir madalya takmadıkları kaldı bu kendimizi bilmez faaliyetimiz için. Döndükten sonra “karizma sevdasıyla kendinizi tehlikeye atmadığınız için tebrikler” diye mail bile attılar. Çadırlarına Kabul ettiler, çantalarımızdan yiyecek içecek bile çıkarttırmadılar. Sıcak sıvılarla beslediler. Türk misafirperverliği tatbikatı oldu resmen. Raporlarına sıçan gibi ıslanmış iki kızcağız bize sığındı yazmamışlar, ama yaptık bunu.
Ilk yaklaştığımız 3 kişilik çadırda Gaziantep’ten 4 kişi varmış, tipide bunu kurana kadar bile zorlanınca ikinci çadırlarını kurmaktansa sıkışmayı tercih etmişler. Onlarla konuşurken başka bir çadırdan ses geldi, Selçuk grubunun eğitmeni bize ulaşmaya çalışmış zaten bu havada orada ne işiniz var diye. Tabii ya, telsiz frekansımızı vermiştim, tabii o telsizi bir de açmak lazım.. bir aksilik olursa açarım, pilleri harcamayalım diye düşünmüştüm ya; aksilik olursa açabileceğimiz veya aksiliğin sadece bize olabileceği ne malum? Size yer olan çadırlarda yer ayarlayalım denmesine rağmen ilk girdiğimiz çadırdan bırakmayız dediler, üstelik biraz dinlenip gitmeye de değil, burada kalın diye.. 4 kişi zor sığdıkları çadırın yan yüzüne dik ve balık istif şeklinde rahatsız bir gece ve faaliyet öncesi yetersiz uyku pahasına bizi sıcak ve tok tuttular.
Ertesi gün 20 küsür kişilik kamptan 8, bizim çadırdan 2 kişi zirve denemek üzere yola çıktı. Aslında hemen herkesin denemesi planlanmış ama tipide hırpalanmışlar… bize mi anlatıyorsunuz. Hangi akla hizmet, nasıl bir kendini bilmezlikle, bu beceriksizliğimizle ıslak ıslak oturmaya kalktıysak.. bir Erciyes kış bivağına hiç de hazır değilmişiz belli ki. Bekleyip herkesle beraber dönmeye karar verdik, bu arada günlük güneşlik geçen sabahta eşyalarımızı kurutmaya çalıştık. Çantadan kalıp haline gelmiş bir şeyler çıktıkça halimize güldük. Bilge’ye bir daha faaliyet yapmadan durumumuzu daha iyi tartmak için daha çok konuşma ve faaliyet süresince daha iyi iletişim kurma, birbirimizin halinden zamanında haberdar olma sözü verdirdim. O ben ıslak ayaklarımı ısıtmak için çadırda pineklerken kurusunlar diye açıkta bıraktığım eşyalarıma göz kulak olmakla falan ilgileniyordu.
Toplanırken bir şeyler-poşet vb.- kara gömülmüştü ve o karmaşada orada olduklarını bildiğimiz halde arayıp çıkaramamıştık. Çöp bırakmamak için bivak yerimize döndük. Kar duvarlarımız yarı yüksekliklerine inmişlerdi, o kayanın koruduğu yerimiz kar dolmuş. Sanırım sadece biz gelene kadar yağışı kesmekle uğraşmıştı kaya, yoksa rüzgarın yön değiştirmesi olası bir şey değil. Bu devirde elin kayasına güvenmeyeceksin arkadaş. Neyse, ortalığı kazarak poşetlerimizi çıkardık. Yalnız dağılan bir kaç sallama çay orada kaldı sanırım, küçük oldukları ve kazarken dağıldıkları için tam toparlayamadık, kağıt oldukları için çabuk çözüneceklerini düşünerek avunduk. Toparlanırken bir de boş çöp poşeti uçmuştu, nereye gitti bilmiyoruz, Erciyes’ten özür dileriz.
Bir dahaki faaliyete Antalya sıcağında tam kapatılmamış tuluma sereserpe uzanan sıcak, yumuşak, sırnaşık tekir kedi kontenjanından gitmek daha keyifli olabilir. Zaten Erciyes’e de sinir oldum, çok rüzgar alıyor, belirttiğim gibi, antisosyal olduğu için.. adi Erciyes. Ben artık Erciyes’i sevmiyorum, ama Ozan yine gitmek istiyormuş, onunla nereye olsa giderim diye karar vereli kaç faaliyet oldu.. Bilge de tüm şirinliğiyle Erciyes-1 diye arşivlemiş fotoğrafları, tekrar gideriz diye. Ne sevimliydi faaliyet boyunca, sürekli birbirimize ilgi, şefkat göstermekten ağız tadıyla halimizden bıkamadık. Ozan Bilge’ye Ballı’a yaptığı gibi abla deyip sinirini bozmazsa bir ara gideceğiz bakalım. Lanet olsun Erciyes.
26 27 Aralık 2009’da Erciyes’te Erciyes’ten çok uzakta görünen Aladağlar’a bakasım vardı, fotoğraflar böyle oldu..
[embpicasa id=”5688618986951755889″]